Albraka Kültür Sanat

Yıldırım Bâyezid Han Türbesi


Yıldırım Bâyezid Han Türbesi: 1389 – 1402

Bursa – Yıldırım


Bursa’da şehrin merkezinden uzakça, hatta Evliya Çelebi’nin diliyle garip kalmış bir semte adını veren I. Sultan Murad Han oğlu Yıldırım Bayezid’in hayatı, herhalde Osmanlı hükümdarları arasında en macerâlı olanlarındandır. Menkıbeler bize, onu en inanılmaz zamanda, en inanılmaz şekilde yıldırım gibi hareket eden biri olarak nakleder ve “Yıldırım” lâkâbının da bu yüzden kendi askeri tarafından verildiğini rivayet eder. Onun Niğbolu kuşatmasında bizzat düşman hatlarını aşarak kale kumandanına “Bre Doğan! Bre Doğan!” diye haykırması, ancak macera filimlerinda görülen cüretkâr bir motiftir. Asker bu gözüpekliğe, bu yiğitliğe meftun olmuş olsa gerek. İnsan muhayyelesi, Yıldırım Bayezid’in gece karanlığında tek başına cins atının üzerinde kaftanını uçurarak, pervasızca ve inanılamayacak bir cesaretle at sürmesini ve dağları, dereleri ve nice engelleri ve haçlı ordusunu aşarak Niğbolu Kalesi’ne sesini duyuracak kadar sokulabilmesini ve kendisinin burada olduğunu belirterek kale muhafızlarına mânevî destek oluşunu inanılmaz bir masal gibi hayal edebilir. Herhalde kale kumandanı Doğan bey, kalenin burçlarından bizzat hünkârın sesini duyduğu an, dehşetle karışık bir hayranlıkla birlikte yeniden taze bir can bulmuş olmalıdır.

Tahta Kosova sahrasında geçmiş ve bir savaş sahasında da bahtı dönmüştür. Yıldırım Türbesi’nde insan, o mahşerden bir an olan Kosova savaşını ve Murad Hüdavendigâr’ın şehid edilişini ve hiç bir şeyden haberi olmadan düşmanı takip eden Şehzâde Yakup Çelebi’nin devletin birliği ve selâmeti uğruna feda edilişini hazin bir şekilde düşünmekten kendini alamaz. Rivayet edilir ki, şehid hünkâr ölmeden önce yerine Yıldırım Bayezid’in geçmesini vasiyet etmiştir. Osmanoğlu’nun “nizâm-ı âlem” için yaptığı bu fedakârlık, bazıları için onulmaz bir ayıptır; fakat ancak bu suretle devletin devamlılığını koruyabildiği de nice örnekleriyle bilinir. Zira devlet mukaddesdi, esas olan onun devamlılığı idi ve bu, “devlet-i ebed müddet” olarak ifade ediliyordu.

Bursa’da bir zamanlar Yeşil’deki salaş kahveden baktığınız vakit kiremit örtülü bir dam denizi gerisindeki serviler ve yeşillikler arasında şehrin en rûhânî köşelerinden olan Emir Sultan Câmisi ile türbesini ve etrafındaki mezarlığı görürdünüz. Yıldırım Bayezid’in kısacık hayatında Emir Sultan gibi bir mânâ erinin bulunuşu, bir başka talihdir. Daha aşağıda ovaya doğru ise Yıldırım Bayezid’in câmi, medrese, imaret, şifâhane ve türbesi görülür. Sanki Yıldırım, o kadar hürmet ettiği Emir Sultan’ın ayaklarının altında bulunmak için o yeri seçmiş gibidir. Bugün çok katlı yapılar arasında kalan bu külliye ve semt, Bursa’nın pek çok yerinde olduğu gibi, şehrin eskiye ait milli şahsiyetinin eriyip yok olduğu bir yer olarak içinizi sızlatır.

Menkıbeler –Emir Sultan veya asıl adıyla Esseyyid Şemseddin Mehmed b. Aliyyü’l-Buhârî– zamanın yegânesi idi, der. Buna rağmen, Ulu Câmi’nin ilk hutbesinin kendisi tarafından okunması teklif edilince, o, zamanın sırlı bir kutbu olan Somuncu Baba’yı işaret eder. Tasavvuf târihimizde bu mânâ sultanlarının birbirleri ile ve halk ve Hak’la münasebetleri bizleri daima şaşırtır. Buna karşılık, Somuncu Baba’nın bulunduğu mânevî makâmının ortaya çıkmasıyla, “Artık bize buradan yol göründü,” diyerek Bursa’yı terk etmesi de nice sırlardan başka bir sırdır.

Bazı rivayetlere göre, Emir Sultan Câmisi’ni Hoca Kasım adında bir tüccar, Emir Sultan’ın duâsı berekâtıyla çok zengin olunca –onun namına– yaptırmıştır. Daha sonra Yıldırım’ın kızı olan karısı Hundi Hâtun câmiyi genişletmiş, imâret ve dershane ilâve etmiş, Cezerî Kasım Paşa ise bir asır sonra bir medrese ve hamam yaptırmıştır. Ancak, Evliya Çelebi’nin ihtişamını ve rûhâniyetini anlata anlata bitiremediği ilk türbe ve câmi, III. Selim tarafından 1804’de yeniden yaptırılmıştır. Sultan Aziz devrinde de bugünkü yapısına kavuşmuştur.

Yine insan, Emir Sultan ve Yıldırım arasındaki hoş ilişkiyi hayranlıkla seyredebilir. Zira, rivayetlere göre Yıldırım, muhteşem ve heybetli Ulu Câmi’yi yaptırdıktan sonra aynı zamanda damadı olan Emir Sultan’a câmiyi beğenip beğenmediğini sorar. O ise dört köşesinde dört meyhane eksik olduğunu söyleyerek sultanın içki düşkünlüğünü zarîfâne bir tarzda hissettirir. Rivayetler bize bu ikaz üzerine Yıldırım’ın içkiyi terk ettiğini söyler.

İnsan, Bursa’da Ulu Câmi’yi ziyaret ederken, bütün bunları ve câminin yapılışını düşünür. Zihni, Moğol atlılarının bu mukaddes mâbedi ahır haline getirişinden Karamanoğlu’nun câmiyi yaktığı karanlık günlere ve oradan Ulu Câmi’nin ortada ruha ferahlık veren şadırvan için halk arasında anlatılan hoş ve ibret dolu bir hikâyeye atlayabilir. Gûya, burada bir kadının evi olduğu ve evini satmamakta israr edince dokunmadıkları, ama câminin içinde kaldığı için üstünü açık bıraktıkları, daha sonra ise veresesinden alındığı, fakat yerine bir şadırvan yapıldığı söylenir. Bu şadırvandan Evliya Çelebi de bahseder. Ama, böyle bir hikâye anlatmaz. Aslında bu hikâyeyi başka yerlerde başka biçimlerde de duyabilirsiniz. Halk muhayyilesi ne kadar güzeldir, en basit hadiselere bile bir masal çeşnisi ve hattâ bir mânevî hava vererek sizi düşündürür. Sadece şadırvanın üzerinin açık olduğunu ve kubbenin yerinde pirinçten balık ağı gibi bir tel kafes bulunduğunu anlatır, olağanüstü güzellikteki mihrap ve minberinden duvarlarındaki celî yazılara geçer ve “ hülâsa-i kelâm bu şehr içinde böyle rûhâniyetli câmi yoktur” der.

Yıldırım Bayezid Han, 1402 Ankara savaşında Timur’un mağlup ve esiri olarak bir zaman yanında gezdikten sonra Akşehir’de vefat eder. O müthiş savaşda Yıldırım’ın kaçmayı reddederek önce kılıçla ve mızrakla, sonra da balta ile ölümüne döğüşmesi, ancak masallarda ejderlerle savaşan kahramanlar gibidir. Ne yazık ki, bu mağrur ve dik başlı hükümdarın esâreti ve sonrası Osmanlı Devleti’ni oniki sene kadar süren ve târihlerin “Fetret Devri” dedikleri bir karmaşa ve belirsizliğe sürükler. Yıldırım’ın vefatından sonra naaşı oğlu Şehzâde Musa Çelebi’ye teslim edilerek Bursa’ya götürülür. Öldüğünde 43 yaşındadır. 13 yıllık hükümdarlığı parlak fetihlerle geçmiş, devlet 940 000 km2 gibi bir eb’ada ulaşmıştır.

Yıldırım Bayezid’in şehirden bir hayli kenarda ve uzakta kalmış olan câmisi, önünde üç gözlü bir revak ile, kesme taştan ağırbaşlı ve sağlam mimari üslûbuyla size geçmiş devirlerden hatıralar sunar. Evliya bu câmi için “...cemaatden garib kalmış bir câmi-i rûşendir... ravza-i cinanları içre gül-gülistan ve sünbül-i reyhanistan içre...” diye tasvir etmekden kendini alamaz. Yıldırım Bayezid’in türbesini kitâbesine göre, oğlu Emir Süleyman Çelebi tamamlatır. Câmi ve diğer yapılar ise herhalde Yıldırım Han’ın sağlığında yaptırılmış olmalıdır. Külliyesi ve türbe zaman içinde çeşitli tamirler geçirmesine rağmen esas olarak ilk şeklini muhafaza etmiştir. Türbenin bir nevi haşyet ve ürperme veren taş duvarları, kubbe ve kemerleri insana târihî bir çok elim vak’ayı da hatırlatır ve Yıldırım Han’ın destanvârî hayatı ve ölümü ile birlikte çok hazin bazı olaylar ziyaretçinin hayalhânesini kaplar. Karamanoğlu Mehmed Bey’in bütün Bursa’yı ve Ulu Câmi’yi ateşe vermesi ve hatta Yıldırım’ın kemiklerini çıkarttırarak yaktırması, o devrin acı ve akıl almaz hikmetli olayları olarak karşımıza çıkarlar.

Türbe, plan olarak câmide olduğu gibi önünde üç gözlü bir revak olan ve yüksek kasnaklı kubbeli bir yapıdır. Duvarlar ve revakın köşeleri ve kemerleri bir sıra taş ve iki sıra tuğla ile işlenerek inşa edilmiştir. Ortadaki sütunlar renkli mermerdendir. Revak asıl harimden daha yüksektir. Yapının sadece altta bir sıra pencereleri vardır. Diğerleri kubbe kasnağındadır. Pencereler içerde ve dışarıda memeli kemerler içindedir.

Türbenin kapısı üzerinde üç satır halinde inşa kitâbesi sivri bir boşaltma kemeri içinde yer alır. Celî sülüsle Arapça yazılmıştır. Ayrıca sol tarafta beş satır hâlinde daha ince bir yazıyla binanın Ali bin Hüseyin tarafından Yıldırm Han oğlu Emir Süleyman’ın emriyle 809/1406 yılında bitirildiği kayıtlıdır. Kitâbelerin ifâdesinden binanın beş ay gibi kısa bir zamanda tamamlandığı anlaşılır.

Bir yaz günü revakın yanlarındaki taş sedleri üzerinde bir lâhza soluk almak için oturur, sonra mermerden yapılmış basık kemerli kapısından girdiğinizde karşınıza pirinc bir kafesle çevrili Yıldırım Bayezid Han’la oğlu Şehzâde İsa Çelebi’nin ve diğer kabirlerde yatanların nice nice sırları saklayarak heybetle uyumakta olduklarını görürsünüz.