Yavuz Sultan Selim Han Türbesi: 1512 – 1520
İstanbul – Yavuz Selim
Haliç’ten İstanbul’a bakıldığı zaman, ufkun sağ tarafında tek kubbeli fakat iki minareli bir câmi bütün heybetiyle gözünüze çarpar. Bu, Sultan Selim Külliyesi’nin ufka düşen çizgileridir. Aynı câmi karşınıza başka bir açıdan, bu sefer Fâtih’den Çarşamba’ya doğru giderken çıkar. Önünde Çukurbostan denilen eski Bizans’dan kalma su sarnıcının üzerine kondurulmuş gibi duran yapının, kıble tarafında türbeleri ve servi ağaçlariyle Haliç’ten görünüşü kadar olmasa bile, yine hayli heybetli, fakat daha sâkin ve vakur bir ifadesi vardır. Seyreden kimse, bu tesirin, içinde yatanın şahsiyetinden ileri geldiğini düşünebilir. Sultan Selim’in câmi ve türbesi, oğlu Kânûnî tarafından yaptırılmış olsa da, sanki bu celâdetli ve heybetli yavuz pâdişahın şahsiyeti yapıya sinmiş gibidir. Halbuki, husûsî hayatında son derece mütevâzî, yumuşak, halim, selim ve hatta biraz da mahcup olan I. Sultan Selim Han, devlet meselesi ortaya konunca müsamaha bilmeyen bir ejder olur çıkar. O kadar ki, insan onun, sarayda ilerinin büyük hükümdarı olacak olan oğlu Şehzâde Süleyman’ın kendince şatafatlı bulduğu giyimini şöyle bir yukarıdan aşağıya süzerek: “Anan ne geysün Süleyman!” dediğini duyar gibi olur. Halbuki Avusturya sefiri Busbecq bize, Yavuzun o kadar süslü bulduğu aynı Süleyman’ı son derecede sâde ve şatafatsız bir kıyafetle tasvir etmektedir.
Sekiz buçuk yıllık kısacık saltanat hayatı devamlı mücadele ile geçen bu yiğit padişaha halk ve askeri “yavuz” lakabını lâyık görmüştür. Kendisi, Osmanlı tahtına kırk iki yaşlarındayken neredeyse zorla el koymuştur. Ancak târihler bize bunun, saltanat hırsıyla değil, o târihlerde İran’dan yayılıp gelen şia tehlikesini bertaraf etmek kaygusuyla ve Anadolu’da bozulmasından korktuğu birlik ve nizamı tesis etmek için olduğunu söyler. Devlet onun devrinde 2,5 kat büyümüş, 6,5 milyon km2’ye ulaşmıştır. Bütün Anadolu, Suriye ve Mısır, Hicaz, Kuzey Afrika ile Sudan’ın bir kısmı devletin hududlarına dahil olmuştur. Bütün bu başarılara rağmen, Mısır’ın fethinden dönüşünde o, İstanbul’da çok gösterişli karşılama törenleri olacağını duyunca, yolunu değiştirir; gizlice ve sessizce saraya girer. O kendisini sadece Hakk’ın bir aciz kulu, fakat aynı zamanda da devlet ve milletin hizmetkârı ve fedâisi olarak görmektedir.
Yavuz Sultan Selim’in son ve Kânûnî’nin ilk senelerinde sadrazamlığını sürdüren Pîrî Mehmed Paşa’ya olan itimadına rağmen, pâdişahın onu her gece evinde birkaç defa sıralı sırasız yoklattığını Hezârfen Hüseyin Efendi nakletmekte ve: “Din ü dünya umûrunda saltanat ve hilâfet ahvâlinden anlara kemâl-i itikadları var idi ki, ekser gecelerde iki üç defa bir bahâne ile kapıcıları gelip görürlerdi, mühimmât-ı müslimîni görür mü deyû paşayı tecessüs ederlerdi” der ve ilâve eder: “Zulm ü cevr olduğunu bilmemek yanlarında ulu günah idi. Hakikat kendilerini pâdişah bilmezler idi, ‘Hazret-i Allahü Teâlâ’nın yer yüzünde ibâdının mühimmâtını kayırmağa konmuş bir ednâ bende-i efkendesiyim’, deyû buyururlardı.”
Sultan Selim Çaldıran seferinde askerin isyan etmesi üzerine, meşhur atı Karabulut’a atlayarak onlara, isteyenin karılarının koynuna, kendisinin ise tek başına düşmana gidebileceğini söyleyip, atını, arkasına bakmadan sürmesi üzerine, ordu bu kararlılık karşısında çaresiz padişahın peşine düşer. Aynı atın Rumeli’de babası ile savaşı sırasında Yavuz’un hayatını kurtardığı da söylenir.
Rivayet olunur ki, Mısır’ın fethinden sonra Şam’a doğru gidilirken, at üzerinde sohbet ettiği büyük âlim Kemal Paşazade’nin atının ayağından sıçrayan çamur padişahın kaftanını kirletir. Çok mahçup olan Kemal Paşazâde’yi teselli eden Yavuz, bir âlimin ayağından sıçrayan bu çamurlu kaftanının vefatından sonra sandukası üzerine serilmesini vasiyet eder. Bugün de o kaftan, Yavuz Sultan Selim Han’ın sandukası üzerindedir ve ziyaretçilere o heybetli padişahın tevâzuundan haberler verir. Nitekim, dönüşte Halep Ulu Câmisi’nde cuma namazında hutbede Sultan Selim “Hâkimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn” yani Mekke ve Medine hâkimi olarak zikredilince, o, büyük bir hürmet ve tevâzû ile ve belki de mahcubiyetle müdâhale edip “hâkim” kelimesini “hâdim”, yani “Mekke ve Medine’nin hizmetkârı” olarak düzeltir.
Evet, Sultan Selim devlet ve nizam uğruna kan döker. Demir pençesi ile kavradığı devletin parçalanmasına, dağılmasına asla katlanamaz. Ancak talih ona, kendisi kadar cesur, ilim ve faziletiyle de temâyüz etmiş insanlar bahşeder. Bunlardan Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, onun kadar doğru bildiğini saklamayan ve sözünü esirgemeyen bir yaradılıştadır. Hatta rivayet edilir ki, Zenbilli’ye kendisine karşı çıkışının ona karşı olan sevgi ve hürmetini eksiltmediğini söylediği zaman, Zenbilli de bu söze karşılık, bu sevgi yüzünden şımarıp tutumunu değiştireceğini sanmaması lâzım geldiğini hatırlatır.
Sultan Selim, takriben 1470 yılında Amasya’da doğar, dedesi Fâtih gibi hedefi bilinmeyen son seferinde Çorlu yakınlarındaki Sırt köyünde –babası Sultan II. Bayezid’in vefat ettiği yerde– Hakk’a kavuşur. Onun 1520’deki vefatı sırtında çıkan ve şîrpençe denilen bir çıban yüzündendir. Nedîmi Hasan Can’ın nakline göre vefatı sırasında bile celâllenip, “Hakk’a kavuşacak zamandır” diyen nedîmine “Ya sen bizi şimdiye kadar kiminle bilirdün!” deyişi meşhurdur.
Yavuz Sultan Selim’in tek şehzâdesi ve istikbalin Kânûnî Sultan Süleyman’ı ve frenklerin “Grand Türk” (Büyük Türk) dedikleri Sultan Süleyman Han, babasının rûhunu tazîz için, bugün Yavuz Selim denilen ve Haliç’e bakan dik yamacın üzerinde onun adına 1522’de bir câmi, iki tarafında dörder odalı iki tabhâne (yani misafirhâne) ile mektebini ve türbesini inşa ettirir. Câminin kitâbesine babasına hürmeten, onun emriyle yaptırıldığını yazdırır, fakat türbesinin muhteşem çini kitâbesinde kendi ismini zikreder. Câmi, türbe, imâret ve mektebi büyük bir ihtimalle o sırada mimarbaşı olan Acem Ali’nin eseridir; medresesi ise çok sonraları Mimar Sinan tarafından Yenibahçe’de yapılır.
Yavuz Sultan Selim’in, câminin kıblesi önünde olan mütevâzî türbesi de onun şahsiyetinin bir parçası gibidir. Çukurbostan tarafından gelip çevre duvarındaki küçük kapıdan girince serviler ve yeşillikler, güller arasındaki sekiz köşeli yapısı ve kubbesiyle Yavuz Sultan Selim Han’ın türbesi sizi karşılar. Sütunlu giriş saçağı altındaki giriş kapısının iki tarafında devrin en güzel sarı, yeşil, mavi renkli çini panolar üzerinde 929/1522 yılında karaların ve denizlerin hâkimi, Arap ve Acemin Sultanı ve “hâmî’l-haremeyni’ş-şerifeyn” “Sultan oğlu Sultan Bayezid Han oğlu Selim Han oğlu Süleyman Han emriyle” yapıldığı yazılıdır. Burada ziyaretçiyi, Yavuz Sultan Selim Han’ın heybeti sarabilir. Letâfetle işlenmiş kündekârî cümle kapısından girince sandukası üzerindeki çamurlu kaftanı ve muhteşem selîmi kavuğuyla hakikaten o celâlli hünkârın huzuruna çıkar gibi olur, elinizi kalbinizin üzerine koyup koca padişahın rûhuna fâtiha okursunuz. Ziyaretçi, aynı zamanda Farsça bir dîvan sahibi ve âlim olan bu sultanın aslında milletinin derdiyle kabrinde bile huzur bulamayan bir şahsiyetle karşı karşıya olduğunu hisseder. Nitekim bazen Yavuz Sultan Selim’e, bazen de Fatih’e atfedilen bir şiir şunları söyler:
İttihadken savlet-i a’dâyı def’e çâremiz,
İttihad etmezse millet dâğıdâr eyler beni,
Milletimde ihtilâf ü tefrika endîşesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni
Kim söylemiş olursa olsun, bu şiir aslında Yavuz’un devlet anlayışına ve millet sevgisine çok uygun düşmektedir.
Bu arada türbenin duvarındaki üç satırlık mermer bir kitâbe gözünüze ilişir. Sanki kulağınızın dibinde Muhiddin Arabî şu meşhur Arapça ibâreyi söylemektedir: “Sin Şın’a girdiği zaman Muhiddin’in kabri zâhir olacaktır.” Rivayet olunur ki, Kemal Paşazade büyük velî Muhiddin Arabî’nin bir risâlesinde bu ibâreyi görüp Sultan Selim’e buradaki “sin”in Selim’e “şın”ın ise Şam’a delâlet ettiğini söyler. Evliya Çelebi bu menkıbeyi bize uzun uzadıya hikâye eder. Neticede Sultan Selim Şam’da Sâlihiye mevkiinde Muhiddin Arabi’nin kaybolmuş olan kabrini buldurur ve üzerine bir türbe, câmi, imâret ve zâviye yaptırır.
Fatih türbesinde olduğu gibi, yine Abdülhak Hâmid’in yazdığı “Türbe-i Selîm-i Evvel’i Ziyaret” şiiri –bu defa aynı zamanda Sultan Selim Câmisi’nin müezzini olan büyük hattat Hulûsi Efendi’nin celî ta’lik hattıyle yazılmış bir levha olarak– bu türbeyi tezyin etmektedir. Sultan Selim Türbesi yanında karısı ve Kânûnî’nin annesi olan Hafsa Sultan’ın yıkık türbesi ve tam karşısında beş şehzâdenin ve daha ilerde Sultan Abdülmecid’in türbesi bulunmaktadır. Eminiz ki Yavuz Sultan Selim Han, Haliç’in bu yüksek sırtlarında onlarla birlikte bugün de milleti için hayıflanarak yatmaktadır.