Orhan Gâzî Türbesi: 1326 – 1362
Bursa
Rivayet edilir ki, Orhan Gâzî Bursa fethine giderken babasının önünde yer öpüp izin ister ve Osman Gâzî de ona Köse Mihal, Turgut Alp ve Ahî Hüseyin’i yoldaş olarak koşar.
Âşıkpaşazâde bunu “...Atasından dua ve himmet kılıcını kuşandı, sefere niyyet-i gazâ etti...” diyerek nakleder.
Osman ve Orhan gâzîlerin ve hatta daha sonraki velî tabiatli padişahların yanlarında bileği bükülmez serdengeçti gâzîlerle birlikte manevî erlerin de olduğu görülür ve zihinlerimizde bizi kendi hayal dünyalarına çekerler. İsimleriyle uhrevî âleme şevk kapıları açan bir Geyikli Baba, Sarı Saltuk, Ahî Evren, Abdal Musa, Abdal Murad, Baba İlyas müridleri gibi Horasan Erenleri, insanı hep zaman ve mekân kaydından uzaklaştıran sırlı velîler olarak karşımıza çıkar. Zira onlar, bir beldeyi kılıçla fetihden önce, Tanpınar’ın deyişiyle “...ruh kudretleri ve kerâmetleriyle muhasara ederler.”
Bunlardan Geyikli Baba’nın Orhan Gâzî ile ülfeti Âşıkpaşazâde tarafından yine menkıbevî bir dille hayalhânemizi süsler. Geyikli Baba’nın Bursa Kalesi içinde Orhan Gâzî’nin konağı önüne sırtında getirdiği kavak ağacını diktiğini ve sanki “teberrükümüz oldukça dervişlerin duası sana ve nesline makbuldür,” dediğini duyar gibi olmak herhalde hoş olsa gerek. Hatta Orhan Gâzî’nin kendisine bir yer tahsisi hususundaki ısrarına karşılık “mülk ü mal Hakk’ındır ehline verir, biz anın ehli değiliz” der ve alıp başını gider. Orhan Gâzî bunu anlar, zira o da hakikatte bu Horasan erlerinin gazâ ve gönül yoldaşıdır.
İdrîs-i Bitlisî’ye göre Osmanlı devleti’ni bir aşîretten devlet haline getiren hakiki hükümdar Orhan gâzî’dir. Osman Gâzî’nin 16000 km2 olarak bıraktığı topraklar onun zamanında 95000 km2’ye ulaşmıştır. Orhan Gazî’nin büyük oğlu olan Gâzî Süleyman Paşa Rumeli’ye ilk adımı atmış, fırtına gibi esmiş, yel gibi uçmuş ve kısa zamanda Gelibolu ve civarı ele geçirilmiştir. Bu vak’aların meydana gelişi dimağlarımızda hep menkıbevî bir lezzet taşımaktadır. Nitekim halkın, bu gazâ ehlini aynı zamanda kerâmet sahibi velîler olarak da gördüğü, aşağıdaki anonim mısralardan bellidir:
Kerâmet gösterüb halka, suya seccâde salmışsın
Yakâsın Rumelinin dest-i takvâ ile almışsın
Bu destânî geçişin macerasını insanoğlu daha sonra, hayalhânesinde süsleyerek canlandırabilir. Rivayet olunur ki, kırk yiğit bir gün sabah ayazında ve belki de gün ağarmadan “bismillah” ile sallarla boğazı geçer ve Çimpe Kalesi’ni zorbâzû ele geçirirler. Bu efsânevi geçiş ve daha sonraki fetihler ise bizlere bu gazâda Gâzî Süleyman Paşa’nın yakınında bulunan silâh arkadaşlarından Gâzî Fazıl ve Ece Yakup Bey’leri hatırlatır. Her ikisi de bugün Eceabat’da Karainbeyli Köyü yakınlarındaki yüksek bir tepede fethettikleri bu mübarek toprakları bir çift kartal gibi gözlüyorlar. Onların ruhâniyetleri hiç şüphesiz altı asır sonra Çanakkale’de belirmiştir. Gâzî Süleyman Paşa ise bir av esnasında kaza ile vefat eder ve Bolayır’da hâlâ duran türbesinde gaza yoldaşları gibi altıyüzelli yıldır Rumeli’nin bekçiliğini yapmağa devam eder.
İnsan burada bütün Anadolu beyliklerinden ve daha uzaklardan, nice yiğitlerin gazâ farzını yerine getirmek için akın akın Osmanoğlu’nun sancağı altına koştuğunu hayal etmekten kendini alamaz ve bir efsâneye çok benzeyen sırlı bir târihle iç içe yaşar.
Bursa’nın fethinden sonra şehir, kaleden çıkıp ovaya doğru yayılır, îmar edilir. Orhan Gâzî bizzat Geyikli Baba, Abdal Murad gibi mâna sultanlarına zâviyeler inşa ederken, kendi adına da gazâ malıyla biri kale içinde, diğeri dışarıda bugünkü Ulu Câmi civarında iki câmi ve medrese, imaret, hanlar ve çarşılar vs. vücuda getirir. Bu mekânlarda insan, Orhan Gâzî’nin mescidinin kandillerini kendi elleri ile uyandırdığını, imaretlerinde ilk yemeği yine kendi elleriyle fakirlere ve gariplere dağıttığını görür gibi olur.
Aynı zamanda Bursa kısa zamanda o kadar Türk olmuşdur ki, Evliya Çelebi o şiir diliyle, Bursa’nın sudan ibaret olduğunu söyler ve çeşmelerini, sebillerini, kaplıcalarını, Keşiş Dağı’ndan köpüre çağlıya akıp gelen Nilüfer Çayı’nı ve köprüsünü anlatır. Nilüfer... “Zafer ve ganimet çiçeği” olan bu isim Bursa ile birlikte söylenen tılsımlı kelimelerdendir. Bir tekfur kızı olan bu hatun, Kosova şehidi Murad Hüdâvendigâr ve Rumeli Fâtihi Gâzî Süleyman Paşa’nın annesidir. Nilüfer, Bursa ve Osmanoğluyla iliklerine kadar bizden olmuştur. Bu mümtaz ana sultanın hisar dibinde bir tekkesi vardır. Hatta oğlu Hüdâvendigâr onun adına İznik’de bir imaret yaptırır.
Osman Gâzî daha vefat etmeden oğlu Orhan Gâzî’yi seferlere yollar, teşvik eder, onun beylik tecrübesi kazanmasını ister. Bu yüzden kardeşi Alâaddin Paşa Osman Gâzî’nin vefatından sonra haklarından feragat ederek “...Atamızın duası ve himmeti seninledir.” diyerek Orhan Gâzî’nin devletin başına geçmesini ister. Kendisi ise çok az bir şeyle yetinerek Kükürdlü Kaplıcası yanında bir tekke ile hisar içinde bir mescid yaptırarak dervişâne kûşe-i uzletine çekilir.
Bursa’da Hisariçi’nde Tophane denen mevkide bulunan Osman ve Orhan Gâzî türbelerini ziyaret eden yolcu, Bursa Kalesi duvarları üstüne konmuş iki kartal misali gibi duran bu iki türbe önünde, bir hamlede içinde bulunduğu zamanı aşarak, gâzî hünkârlarla sefer eden mânevî erleri, tahta kılıçlı gâzî dervişleri düşünür. Orhan Gâzî, babası Osman Gâzî’nin yanındaki türbesinde pâdişahâne bir tavırla ve heybetle yatar. Bugünkü yapı da diğeri gibi Sultan Aziz tarafından 1863’de yaptırılmıştır. Yerinde –yine kubbesi altında Osman Gâzî’yi sırlayan Gümüşlü Künbed– gibi Bizans’ın bir başka yapısı olduğu söylenir. Her ne kadar Orhan Gâzî bugün muhteşem ve müzeyyen bir sanduka altında yatarsa da târihler bize bu baba ve oğulun dünya âlâyişinden uzak, son derece mütevâzî ve sâde bir hayat sürdüklerini nakleder. Beş Şehir’de Bursa’yı en güzel ve en müstesna bir dille anlatan Ahmed Hamdi Tanpınar ise, Osman Gâzî ile Orhan Gâzî’nin, üslûbu ve tarzı hiç de millî olmayan bu türbeleri için “Tanzimat devrinin o gülünç şekilde resmî üslûbiyle yapılmış, hiçbir ruhâniyeti olmayan binalarda... âdeta gurbette gibi yattıklarını...” yazmaktadır. Bizce, baba ve oğul veya o devir insanı şekle hiç değer vermediklerini birer Bizans manastırında yatmaya karar verdikleri ve bunu vasiyet ettikleri zaman göstermişlerdi. Cedlerimiz için belki de fethedilen toprağı takdis için Yaradan’ın bir kulu olmak kâfiydi. Ve hattâ böylece o hristiyan mâbedleri sanki ihtida etmekteydi.