Sultan II. Murad Han Türbesi: 1421 – 1444
Bursa – Muradiye
Çelebi Sultan Mehmed oğlu Sultan Murad Han vakfiyesinde, öldüğünde üstüne yağmur yağması için açık bir türbe yapılmasını ve cesedinin toprağa konulmasını ve yanına ailesinden kimsenin defnedilmemesini ister. Ayrıca kabrinin etrafında Kur’ânKerîm okuyanlar için bir oturma yeri ve üzerine bir saçak yapılmasını, bütün kölelerinin azâd edilmesini vasiyet eder. Vasiyeti yerine getirilir. Bugün üstündeki kubbenin ortası o günden beri Hakk’ın rahmetine ve nûruna açıktır.
İşte gâzi ve derviş II. Murad budur!...
Târihler, kendi arzusu ile tahttan ayrılan ve dünya gösterişinden uzak bu padişah için, “âdil, ahdine sâdık, âlim ve şâir, cömert, müşfik, azim ve tedbir sahibi, çok cesur idi” derler. On sekiz yaşında tahta çıkar ve öldüğünde henüz kırk yedi yaşındadır.
Âşıkpaşazâde, “Sultan Mehmed’in meyyitini kırk gün sakladılar... Andan Sultan Murad geldi, Bursa’da tahta oturdu.” der. Sultan Murad daha tahta geçer geçmez târihlerin “Düzmece Mustafa” dedikleri amcası Şehzâde Mustafa’nın tahta ortak olma iddiası ile uğraşır. O yaman Ankara savaşında ortadan kaybolan, bir rivayete göre Timur tarafından alınıp götürülen bu bahtsız şehzâdenin bütün Osmanoğulları gibi hiç rahat ve huzur görmediği anlaşılmaktadır. Sultan Murad, o sırada hemen hemen Rumeli’ye hâkim olan amcasının gücü karşısında önce telâşa kapılırsa da, yanında olan Emir Sultan onu teskin ve teşvik eder. Sonunda baht Murad Gâzî’ye güler.
Sultan Murad daha sonra Bizans’ı kuşatır. Bu sefer de, daha onüç yaşında bulunan kardeşi –Hamid ili sancak beyi– küçük Şehzâde Mustafa isyan ve saltanatta ortaklık iddia eder. Ancak o da nizâm-ı âlem için feda edilir ve Bursaya götürülerek babasının yanına Yeşil Türbe’ye defnedilir. Fakat bu yüzden başlamış olan İstanbul muhasarası durur. Devletin birliği ve devamı yolunda, yani nizam-ı âlem için Osmanoğlunun kaderi hep aynıdır; hep fedâkârlıkda bulunmak. İnsan, bu kara talih için hüzünle düşünmekden kendini alamaz. Bir yandan da devletin başında bitmez tükenmez Karamanoğlu gâilesi ve Balkanlardaki akın ve seferler yıllarca devam eder gider. Bütün bu devamlı seferler için atların eğerleri neredeyse hiç çözülmez, kılıçlar kınlarına girmez gibidir. Mâruf akıncı beyleri, Gâzî Evranoslar, Mihaloğulları, Turahan Bey oğulları ve diğer nice dilâverler dört bir yana akınlarını tazelerler.
Sultan II. Murad şair ve sanatkâr olduğu kadar îmarcıdır da. Edirne’de Muradiye Câmisi’ni, mektep ve imâretini ve mevlevihânesini yaptırır. Bugün Edirne’nin bir köşesinde neredeyse cemaatsiz ve garip kalan bu câmi, mevlevihâne yapılmadan önce dergâh olarak kullanılır ve “semâ ve safâ demlerinde şerbet akmağiçün lülelerin vaz’edildiği” bir mânevî safâ ve huzur yeridir. Fakat Sultan Murad’ın Edirne’de asıl büyük eseri, gelecekteki Türk mimârîsinin hemen bütün kâidelerinin konulduğu ve tesbit edildiği Üç Şerefeli Câmisi’dir.
Sultan Murad Edirne Sarayı’nda ne kadar kalabilmiştir, bilinemez. Sayısız seferlerden baş çekip ara sıra Trakya tarafına av ve teferrüce gittiği ve hatta iyş ü nûş ettiği söylenir. Ama gazâ vakti gelince, bütün o şahsî zevklerinden sıyrılıp, hemen dâima eğerli duran küheylanına atlayıp sefere ılgar ettiğini düşünmek hoş olsa gerek. Hatta onun Varna ve Kosova zaferleri için, arkasında ve önünde dalga dalga mahşer gibi yürüyen gâzîlerle Ergene suyu üzerinde yaptırttığı muhteşem köprüden geçtiğini de hayal edebiliriz. Muhakkak ki Gâzî Hünkâr köprü başındaki mescidinin şadırvanından “pâk abdest alup” gözyaşlarıyla Hakka niyaz ve şükürde bulunmuştur. Ve Âşıkpaşazâde köprünün açılışında Osmanoğlu’nun an’anesine uyarak “ol taam bişürdüği vakit, kendi mübârek eliyle fıkaraya üleşdürdi, ve çerâğın kendi uyardı” der ve câmi, imaret ve hamamından bahseder. Bu yer daha sonra Uzunköprü adıyla mamur bir şehir olur.
Nihayet, gazâ kılıcını arşa asan Sultan Murad bütün güç ve kudretine rağmen, dervişâne bir tevekkül ve istiğna ile, oğlu, ilerinin Fâtih’i olacak olan Şehzâde Mehmed namına tahttan çekilir, Manisa’da oturur. Ancak devran, onu kendi halinde âsûde ve sükûn içinde yaşamaya bırakmaz. Şehzâde Mehmed’in yaşının küçük olması, düşmanların, ve en başta Karamanoğlu’nun iştahını kabartır. Nitekim sel gibi akan haçlı orduları, tekrar hizmete çağırılan Sultan Murad tarafından Varna’da durdurulur. Târihler bize, Sultan Murad’ın oğlunun padişahlığını ileri sürerek çağrılara cevap vermemesi üzerine, küçük sultanın eğer padişah ise devletin başında olmasının tabii olduğunu; yok, kendisi pâdişâh ise emre itaat etmesi gerektiğini ifade eden fermanını biraz hayâli, biraz hoş bir tarzda naklederler.
Varna savaşının akisleri İslâm âleminde büyük olur. Her ülkede ve bilhassa Kâhire’de şenlikler yapılır. Batı ise dehşete düşer. Zira Kral Ladislas öldürülür, Jan Hünyad ise canını zorla kurtarır. Ancak Jan Hünyad dört yıl sonra talihini tekrar dener. Fakat Kosova’da yeni den mağlup olur ve tekrar kaçar. Târihçiler tarafından bu iki zaferin, Batının Türkleri Balkanlardan atmak için yaptığı son teşebbüs olduğu ifade edilmektedir.
Gâzîler Sultanı II. Murad 1451’de İstanbul’un fethinden iki yıl önce Edirne’de vefat eder, Eğer Edirne’ye giderseniz bir hayal dünyası içinde belki de Âşıkpaşazâde’nin sakalını sıvazlıyarak anlattığı şeyleri dinleyebilirsiniz. Âşıkpaşazâde, Sultan Murad’ın atıyla Ada Köprüsü’nden geçerken köprü başında Emir Sultan müridlerinden bir dervişin ona “Hay pâdişâh! Tevbe et kim va’den yakındır,” dediğini nakleder. Bunun üzerine Sultan Murad yanında olan Saruca ve İshak Paşa’lara dönerek şahit olmalarını, bütün günahlarına tövbe ettiğini söyler. Hakikaten Sultan Murad saraya vardığında şiddetli bir baş ağrısından şikâyet eder ve üç gün sonra vefat eder. Acele haber gönderilen Şehzâde Mehmed on üç gün sonra gelir ve tahta oturur. Ve Gâzî Murad Han’ın naaşı Bursa’ya götürülerek Murâdiye’de, kendi câmisinin yanına gömülür.
Murâdiye... Tanpınar Murâdiye için sabrın acı meyvası der. Sultan Murad’ın nice devletliler, şehzâdeler ve sultanlarla birlikde yattığı bu mekân herhalde Bursa’nın en ruhânî yerlerinden biridir. Bir başka söyleyişle ölüm burada güzelleşmiştir ve Bursa denince akla gelen yerlerden biri Murâdiye’dir. Hattâ “Murâdiye’yi görmeyen Bursa’yı hakkıyle görmüş sayılmaz” dersek çok da yanlış olmaz.
Evliya Çelebi, Muradiye semti için “şehirden taşra başka bir kasabadır...ammâ câmi-i pür envârı öyle rûhâniyyetli câm-i dilküşâdır kim... Bursa’nın bir teferrücgâh yerinde vâkî’ olmuş bir câmi-i selâtindir” demektedir.
Sultan Murad’ın Bursa’nın fetih günlerinin hatırasını yaşatan Muradiye Câmi’si, medresesi ve türbesi etrafındaki eski sokaklar ve evler, çınarlar, serviler, kabirler ve türbeler arasında mâneviyatın güler yüzlü çehresinin size gülümsediğini fark edersiniz. Burada hayatla ölüm sanki iç içedir. Orada gününüzü geçirmek size mâveradan gelen bir armağan gibi gelir. Şadırvandaki su ve kanat sesleri arasında Yahya Kemal’in sözleri, gümüş bir tasla uzatılan billur bir su gibi içinize nüfuz eder:
Âhıret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyaya, duvar yok arada
Geçer insan bir adım atsa birinden birine
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine
Yahya Kemal bu mısraları Koca Mustafa Paşa semti için söylemiş. Ancak zaman mefhumunu aradan kaldırıp bir lahzada başka âlemlere geçebilen ruh için, mekânın ne önemi var? Zira Kocamustapaşa gibi Murâdiye’de de ruhâniyet neredeyse canlanmış ve her zerreye, havaya iksir gibi dağılmıştır.
Murâdiye’yi ziyaret eden kimse, câmiden önce gayr-i ihtiyari türbeye doğu yönelir. Kabristan kapısından içeri girince, aralarında otlar biten taşlık yolun sağında sed üzerinde –önünde fıskıyeli havuzu ve muhteşem saçağıyla– Sultan Murad’ın türbesi sizi karşılar. Türbenin bu olağanüstü sade ve fakat muhteşem tesiriyle etrafınızı çeviren diğer yapılar adeta silinir, görünmez olur. Karşınıza çıkan ve taş-tuğla gibi mütevâzî malzemelerle yapılan bu emsalsiz mimârî güzellik karşısında heyecanlanır ve ürperirsiniz. Önce etrafı güllerle çevrili fıskıyeli havuzdan bir avuç su içer ve Koca Gâzî Hünkârın ruhuna fâtiha okursunuz. Kapının üzerinde üç satırlık mükemmel bir celî sülüsle yazılan arapça kitâbede, “Gâzî ve mücâhidlerin sultanı Sultan Bayezid oğlu Sultan Mehmed oğlu Sultan Murad Han”ın adını okuyarak ve her tarafınızı kaplayan bir haşyet ve ürperme ile içeri girersiniz. Vefat târihi yine kitâbede okunur: 855/1451.
Türbenin içi, hakikaten Sultan Murad’ın istediği gibi sâde ve şatafatsızdır. Sekiz tane sütunun taşıdığı ortası açık kubbeden Tanrı’nın rahmet ve gufrânı sanki aşağıya süzülmekte ve Sultan Murad’ın mermerden basit sandukasını yıkamaktadır. Hattâ sizi kaplayan huşû ile, Gâzî Sultan’ın vasiyetinde arzu ettiği gibi, nice sırlı ve heybetli ruhânî varlıkların kabrin etrafında onun aziz rûhu için Kur’ân okuduklarını görür gibi olursunuz. Siz de murâkabeye dalar, Bursa’ya defnedilen bu fetih öncesi velî-derviş padişahların sonuncusu huzurunda derin derin dünyanın fâniliğini düşünmekden kendinizi alamazsınız.
Binaya bitişik olan daha küçük türbede ise, Sultan II. Murad’ın oğlu Şehzâde Ali’ye ait bir sanduka ile dört aded kabir daha vardır. Bu pâdişah türbesinden diğerine kapı haline getirilmiş bir pencereden geçilmektedir. Sultan Murad’ın vasiyetine uyularak kendi yanına başka kimse defnedilmemiştir. Koca Gâzî Hünkâr burada yalnız başına, üzerine Hakk’ın rahmeti yağarak âsûde yatmaktadır.