Albraka Kültür Sanat

Sultan II. Mahmud Han Türbesi


Sultan II. Mahmud Han Türbesi: 1808 – 1839

Sultan Abdülaziz Han: 1861 – 1876

Sultan II. Abdülhamid Han: 1876 – 1909

İstanbul – Divanyolu


Sur içi İstanbul’unun belki de en iyi bilinen yerlerinden biri, her halde II. Sultan Mahmud’un Dîvanyolu’ndaki türbesidir. Bayezid’den Sultanahmet’e giden ana cadde üzerindeki bu ampir üslûbundaki türbeyi yerli ve yabancı hemen herkes bilir. Zira bulunduğu yere ismini verdikten başka, caddeye bakan yüksek cephesi, geniş pencereli çevre duvarı ve iki büyük avlu kapısının ortasındaki sebili ile dikkati en çok çeken yerlerden biridir. Hattâ köşesinde mermer küreden yapılmış garip bir çeşme de bu resmi tamamlar. Ayrıca hazîresi bir nevi sanat mahşeridir. Mermerin bir estetik unsur hâline nasıl dönüştüğü görülmek istenirse, burası Eyüp gibi, ilk önce gezilip görülecek bir kaç yerden birisidir, denilse çok yanlış olmaz sanırız.

Doğu Roma’nın meşhur Mese Caddesi, Osmanoğlu’nun her şeyi millîleştiren ve kendisinin bir parçası yapan iradesiyle Dîvanyolu olmuştur. Cumhuriyet devrinde ise aynı caddenin Çemberlitaş’tan Bayezid’e giden parçası ise, nedendir bilinmez, Yeniçeriler Caddesi adını almıştır. Bugün insanlar akın akın Bayezid-Kapalıçarşı, Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı Sarayı, Yerebatan gibi ziyaret yerlerinden sonra ister istemez aynı zamanda “Türbe” denilen bu mevkîde, alışveriş dükkânları, lokanta ve büfeler, dönerciler, kahvehanelerle dolu bu cıvıl cıvıl ve hareketli yerde vakit geçirmektedirler.

I. Abdülhamid’in oğlu olarak 1785’de doğan Sultan II. Mahmud, 1808’de 24 yaşlarında iken tahta geçer. Annesi Nakşıdil Vâlide Sultan’dır. Ve 31 sene hükümdarlıktan sonra 1839’da veremden vefat eder.

Tahta geçtikten sonra yeniçeri ocağının amcası IV. Mustafa’yı tekrar tahta geçirmek isteme yönündeki hareketine karşı, vükelâ meclisi onun izâlesine karar verince II. Mahmud irkilir, tereddüd eder ve derin derin düşündükden sonra “Acep âhar bir sûret bulunmaz mı?” diye sorar. Pâdişah, ölümden başka bir çare olamaz mı, derken herhalde ne kadar ıztırap çekiyordu. Fakat yine dünyanın birlik ve beraberlik isteyen katı nizamı için, yine nizam-ı âlem prensibi işler. Zira onun hayatını bağışlamak, devletin hayatını bir kere daha tehlikeye atmak demektir.

Târihler bize II. Mahmud’un şehzâdeliğinde amcası III. Sultan Selim tarafından sevilip kollandığını, yetiştirildiğini, hattâ daha da ileri giderek, III. Selim hal’ edildikten sonra bile mûsıkî dersi bahanesiyle II. Mahmud’la sık sık görüştüğünü nakleder. Böylece II. Mahmud amcasının yapamadıklarını yapmaya çalıştı, denilebilir. Bazı târihçiler onun Osmanlı hükümdarları arasında Kânûnî’den sonra en büyüğü olduğu kanaatindedir. II. Mahmud’un saltanatı iki safhaya ayrılabilir. İlki 1826’ya kadar süren ve yeniçerilerin tenkîliyle biten ilk safha, diğeri ise çeşitli ıslahatların yapıldığı ikinci safha.

II. Mahmud yeniçerilerin yola gelmez direnişleri karşısında yeni kurulmuş Sekbân-ı cedîdi lağvetmeye mecbur olur. Bu arada III. Selim’in yaptırmış olduğu Levend ve Selimiye kışlaları asker tarafından yakılır. Rus savaşı, Bükreş muahedesi, bir çok kale ve şehrin kaybı, Mısır valisi Mehmed Ali Paşa ve Tepedelenli Ali Paşa gâilesi, Mora isyanı, Eflak-Buğdan, Sırbistan, Karadağ, Bulgar ve Yunan isyanları... Kanı canı çekilen devletin, ferdin kin ve menfaatinin toplumun selâmet ve istikbalinin Halet Efendi gibiler tarafından hançerlenmesi, kuruluşu ve hayatıyla destanlar yaratan yeniçeri ocağının artık bir cerahatli çıban halini alması!.. II. Mahmud bütün bunları güçlü bir irade ve azimle düzeltmeye kalkar.

Kılık kıyafetten başlayarak, devlet müesseselerini, ordu, öğretim, eğitim, adliye teşkilâtlarını yenilemeye çalışır. Bu yüzden “Gâvur Pâdişah” denecek kadar halkın öfkesini de üzerine çeker. Fakat daha o zamandan batı medeniyetine mensup olma düşüncesi toplumda belirmeye başlar. Aslında diğer taraftan II. Mahmud son derece dindar ve millîdir. İyi bir hattat, mûsıkîşinas, “Adlî” mahlasıyla şiirler yazan güçlü bir şâir, okçuluk için çok mühim bir eser yazdıracak kadar silahşör ve kemankeştir. Çeşitli yerlerde mescid, çeşme ve hayır eserleri yaptırır, yanan Selimiye Kışlasını tekrar kârgir olarak inşa ettirir. Devrinde Reşid Paşa, Mütercim Âsım gibi devlet ve ilim adamları; Mustafa Rakım, Yesârîzâde ve Kazasker Mustafa İzzet gibi hattatlar; Hamâmîzade ve Dellalzâde gibi muhteşem dâhî bestekârlar yetişir. Bu bir tezat gibi görünür.

Bir yandan çöküşe doğru giden bir devlet, diğer taraftan büyük sanatkârlar yetiştiren bir toplum. Ancak değişim kaçınılmazdır. Hangi şey sonsuza kadar devam etmektedir ki!.. Her ne kadar Osmanoğlu kendi devletini “Devlet-i ebed müddet” diye tarif ediyorsa da... Yani ebedî olan devlet. Sultan Mahmud’un türbesini ve hazîresini, bu her şeyin fânî olduğunun taştan şâhidelerini gezerken insan, acaba diyor, bu söz mânevî bir sırra mı dokundu?

Sultan Mahmud Osmanlı ordusunun Mehmed Ali Paşa karşısında mağlubiyetini duymadan 1839’da vefat eder. Çamlıca eteklerindeki sarayında öldüğü kardeşi Esmâ Sultan’ın Cağaloğlu’ndaki diğer sarayının bahçesine bir çadır kurulur ve buraya defnedilir. Türbesi oğlu Abdülmecid tarafından yaptırılır. Bu ampir yapılar topluluğu artık mimârî üslûbumuzun bütün bütün değiştiğini ve hatta yapıların taşlarına sinen o bir nevi rûhâniyetin kaybolduğunun en belirgin örneğidir. Ebniye-i Hassa Müdürü Abdülhalim Efendi inşaatı yürütse de, Ohannes ve Bogos kalfaların temsil ettiği yabancı ruh burada tamamen kendini gösterir. Bu yok oluştan sadece yazımız, hat sanatımız kendini kurtarır. Mustafa Rakım’ın talebesi olan Mehmed Hâşim hocasının üslûbunu ve ruhunu türbe içindeki muhteşem kuşak yazısında devam ettirir.

Türbenin çevre duvarı üzerindeki birbirinin benzeri olan yüksek yuvarlak kemerli iki kapı üstünde Yesârîzâde Mustafa İzzet (ö.1849) mermere üçer satır halinde celî talikle bir başka mühür vurur. Yazıların ortasındaki Sultan Abdülmecid’in tuğraları ise Hâşim imzalıdır. Metnini Ziver Paşa’nın yazdığı altı beyitlik iki kitâbeden soldaki türbenin, diğeri ise hazîre kapılarının arasında dışarı doğru bir yarım daire halinde çıkan sebilindir. Ziver Paşa türbenin kitâbesini mücevherli olarak 1255/1839 târihiyle ve:

Rûh-ı Hân-ı Mahmud’u kılsın şâd-mân
Türbe-i Mahmud Hân kasr-ı cinân

diyerek verir.

Aynı Ziver Paşa sebil kitâbesinde bu sefer 1256/1840 târihiyle bizlere şunları fısıldar:

Buldu Kevser, rûh-ı Hân-ı Mahmud içün zîba sebîl

Türbe sekiz kenarlı, büyük ve yüksek yuvarlak kemerli pencereleri, köşelerde süslü plastrları, tamamen mermer kaplı iri gövdesi üzerindeki kıvrım kıvrım çiçek, buket ve yaprak oymaları ile göze çarpar. Takozlu genişçe bir saçaktan sonra yine sekiz kenarlı alçak bir kasnaktan sonra kubbe oturtulmuştur. Kubbenin üstünde tanzimatın neredeyse her alâmeti gibi şarkın ruh ve mânâsına yabancı bir güneş kursu vardır.

Çevre duvarındaki türbe kapısından hazîreye girersiniz. Gönlü çok daha eskilerde ve hatta biraz menkıbelerle dolu bir dünyayı özliyenler için burası ve türbe biraz yabancı gelebilir. Onları ancak, taşlara harikulâde bir ustalıkla işlenmiş celî sülüs ve celî ta’lik hatların güzellikleri, âyet ve hadisler, güzel sözler ile her “Hüve’l-Bâkî”nin altında yatanların mânevî varlıklarını düşünmek avutabilir.

Türbenin arkadaki kapısına, iki taraftaki odalar arasında bulunan tonozlu uzunca bir geçitten geçilerek varılır. Nihayet kemersiz türbe kapısı üzerinde celî sülüs bir besmele size altınlı bir yüzle gülümser. Ve kapının iç yüzünde Rahman sûresinden “Her insan fânîdir” hakikati size çok şey düşündürür. Duvarlardaki ampir süslemeler arasında bir başka âşina bulursunuz. Hattat Haşim’in (ö.1845) muhteşem kuşak yazısında Mülk sûresindeki mânânın derinliğinden önce hatların sırlı kıvrımlarını ve olağanüstü hareketini seyreder, harflerin armonisindeki bir başka mûsıkîyi derinden hissedersiniz. Türbenin geniş ve yüksek pencerelerinden gelen bir ışıkla aydınlanan sandukalarda, Sultan II. Mahmud ve oğlu Sultan Abdülaziz ve torunu Sultan II. Abdülhamid Han bir sırayla yatmaktadır. Sandukaların üzerlerinde örtülü olan yeşil pûşîdeler, sim ve zerle işlenmiş âyetlerle dolu kâbe örtüleri, sanki mağfiretin görünmez eli ile orada yatanların üzerindedirler. Kasnaktaki kemerler arasında madalyonlarda Allah, Muhammed, Ciharyarlar ve Hasan ile Hüseyin isimleri, ayrıca Hud sûresi onlara yoldaşlık ederler.