Albraka Kültür Sanat

Kanuni Sultan Süleyman Han Türbeleri


Kanuni Sultan Süleyman Han Türbeleri: 1520 – 1566

İstanbul – Zigetvar


İstanbul’un Galata’dan bakıldığında o çok bilinen silüetiyle herkesin zihinlerinde yer eden görünüş, herhalde Süleymaniye Câmisi’nin ve ufka düşen diğer câmilerin kubbe ve minarelerinin muhteşem çizgileridir. Bugün artık o silüet sanki orada ezelden beri varmış ve o tabiatın ayrılmaz bir parçası imiş gibi durmaktadır ve 16. yüzyılın dâhi sanatkârı sanki şaheserini Boğaz ve Galata tarafından görünmesi için oraya kondurmuştur. Halbuki daha önce çoktan Ayasofya, Bayezid, Fâtih ve Sultan Selim câmilerinin gölgeleri İstanbul’un ufkunu taçlandırmıştı. Hatta daha geride Şehzâde Câmisi bile bazı noktalardan görülebiliyordu. Ama o sırada, bu müstesna resmi tamamlayan Yeni Câmi, Nuruosmaniye ve Rüstem Paşa câmileri henüz yoktu. Buna rağmen bugün, Haliç’ten bakılınca, diğerleri gözünüzde silinmese bile ikinci planda kalır ve sadece Muhteşem Süleyman’ın muhteşem eseri kendini gösterir. Hele bazen akşam güneşinin kızıllığı veya yeni ayın hilâli, bu olağanüstü güzel manzaraya ilâve olarak...

Batılıların tabiriyle “Grand Türk” veya “Muhteşem Süleyman”, yaşadığı yüzyılın dünyasındaki bu en kudretli hükümdarı olan ve fakat kendi mütevâzî deyişi ile

Mülk-i dünyâ kimseye kalmaz, sonu bir bâd olur

Ey Muhibbî şöyle farz it kim Süleyman olmuşuz

diyen Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han, işte bugün kendi muhteşem câmisinin kıblesinde, şöhret ve kudretine göre oldukça sade olan türbesinde yatmaktadır.

Aslında bu türbe ecdâdının bazılarında olduğu gibi ikinci makâmıdır. Bilindiği gibi Sultan Süleyman on üçüncü seferine çıktığı sırada yetmiş üç yaşlarında ve hasta idi. Bazen araba, bazen tahterevan ile Zigetvar’a, daha doğrusu son istirahat seferine çıktığı, kimsenin hatırına gelmiyordu. Ancak kalenin düşmesinden birkaç saat önce can kuşu âsumana uçar. Vefatı muzaffer ordusundan kırk gün kadar saklanır. Önce iç organları Murad Hüdavendigâr gibi vefat ettiği yere gömülmüş ve daha sonra buraya oğlu II. Sultan Selim tarafından bir meşhed, yani şehidlik yaptırılmıştır.

Fakat, bu kale-türbenin yerinde bulunan câmi, tekke ve kışla uzun yıllar mübârek bir ziyaret yeri olarak korunmuşsa da 17. yüzyılın sonunda Osmanlı’nın coşkun seller gibi istilâ ettiği topraklardan hazin bir talihle geri çekilişinden sonra yıkılmış ve hattâ taşları Avusturyalı bir subay tarafından satılarak yerine bugünkü kilise yapılmıştır. Sanki talih, Koca Sultan Süleyman’ı Avrupa’nın ortasında bir yerde onu mânevi bir bekçi gibi bırakmış ve sanki onun bir gün tekrar “ilâ-yı kelimetullah” için Zigetvar sahrasından bir kartal gibi kanatlanıp silkinerek kalkacağı günü beklemektedir. Burada âdetâ zaman durmuş ve Sultan Süleyman’ın atını bağlayıp bir müddet dinlendikten sonra tuğlarını Kızılelma’ya kadar götürecek olan yeni seferlere çıkacak gibidir. Hiç şüphesiz Macaristan ovalarında, Zigetvar önündeki uçsuz bucaksız sahrada bunları düşünebilirsiniz. Hayallerinizde muhteşem bir ordunun asırlık uykusundan uyandığını, destânî bir velvele, tekbirler ve gülbank-i Muhammedî ile tekrar nice fetihlere doğru seferlere koyulduğunu ve o koca Gâzi Sultan’ın hayatını ve ihtişâmını düşünür, ve “ ... ol zamanda reâyâ fıkarasının başlarını açıp ‘Hay Gâzî Sultan Süleyman, mübarek başın kaldır’ diye feryad ettiklerini” görür gibi olursunuz. Zira rivâyet edilir ki “Sultan Süleyman Zigetvara giderken, iki tarafında çift sürüp ekin eken, tavuk ve poğaçasını askere füruht içün yola getüren reâyâya ve bu ticareti iden avretlerine dahi avuç avuç altın ihsanıyle” nimetlendirir.

Sultan Süleyman’ın kırk altı yıllık saltanatı, hakikaten dünya târihinin yıldızının parladığı en müstesna devirlerindendir. Bu büyük hükümdar, şahsi meziyetleriyle olduğu kadar, bazı beyitleri darbımesel haline gelmiş büyük bir şâir ve divân sahibi sanatkâr, kânun yapıcı devlet ve idare adamı, basiretli bir kumandan olarak da 16. asrın hakiki efendisi olmuştur. O ve onun etrafındaki devlet adamları, sultanlar, varlık ve hayır sahipleri İstanbul’un ve imparatorluğun en ücra köşesine kadar îmarında birbiriyle yarış etmektedir. İnsan onun Koca Mimar Sinan’la İstanbul’un su ihtiyacının hallini müşâvere ederken seyrek sakalını sıvazlıyarak “Benüm maksudum, bu su her mahalleye revâne ola...tâ kim her yerde pîrler ve zaîfe dul hâtunlar ve uşacık oğlancıklar destilerin ve bar dakların doldurup devâm-ı devletime dua eyleyeler” dediğini görür gibi olur ve hatta bu işin iki yolla, birinin tebaasına emredilerek ve diğerinin hazineler harcayarak olabileceğini söyleyen Sinan’a “Tedbir, sonra olan tedbirdir ki, kendi malımızdan ücret ile getirevüz, kimsenin zerre mikdarı hâtırı incinmeye” der.

Tahta çıktığı günden beri, dâima adâlet ve kânunla idare etmeye özen gösterdiği devletin tebaası, onun devrinde yaşamakla iftihar eder ve daha sonraki nesiller o devri örnek olarak gösterirler. Devrinde hakikaten her biri müstesna kabiliyyette devlet adamları yetişmiştir. Bu devir, devletin her tarafa sadece fütûhat ve savaşla değil, adaletle yayıldığı, yerleştiği ve tebaasının bahtiyar olduğu kutlu bir devir olarak târihe geçer.

Devletin başına demir pençeli Yavuz Sultan Selim Han gibi bir padişahtan sonra yirmibeş yaşlarında geçen Süleyman, tek şehzâdedir. Annesi Hafsa Hatundur. Trabzon’da doğar, genç yaşta önce Bolu ve daha sonra Kefe sancak beyi olur. Hayatı boyunca çıktığı on üç seferin her biri bir başka destandır. Önce Avrupa’nın kilidi sayılan Belgrad ve Rodos fethedilir ve muzaffer ordusu ancak Viyana’da durdurulabilir. Barbaros’un fethettiği Cezayir ve Tunus’la Kuzey Afrika bir eyâlet olur. Aden ve Yemen’in fethiyle de Güney Arabistan, Sudan ve Habeşistan’ın bir kısmı eyalet yapılır ve devlet Hind Okyanus’una kadar açılır. Nihayet Tebriz ve Irakeyn ve Nahcivan seferleri ve Bağdat’ın fethi ile devlet üç kıt’aya yayılarak 6 milyon 557.000 km2’den takrîbî 14 milyon 893.000 km2’ye ulaşır. O sıradaki bir çok Avrupa devleti, Almanya, Rusya, Lehistan ve Venedik vergiye bağlanır.

Sultan Süleyman’ın devrinde aynı zamanda her biri bir zirve olan devlet adamları, sanat ve ilim erbabı ile nice mânevî erler birbiri arkasından ortaya çıkar. Bunlardan Sultan Süleyman’ın Trabzon’dan süt kardeşi olan Yahya Efendi, Beşiktaş’taki dergâhında insanların mânevi dünyalarını aydınlatmaktadır. Yahya Efendi Dergâhı kabristanı taş yontma sanatının birer müstesna örneği olan nice harikulâde güzel kabir şâhideleriyle İstanbul’un en sırlı iltica yerlerinden biridir. O uhrevî âlemde insan, acaba, diyor bu cihan pâdişâhı olan Gâzî Hünkâr, mütevâzî bir derviş olarak buraya nice kereler gelmiş ve tevâzûyla boynunu büküp, dünyadan ukbâya sığınmış mıdır? Ve acaba

Ger huzûr itmek dilersen ey Muhibbî, fâriğ ol

Olmaya vahdet cihanda kûşe-yi uzlet gibi

beytini burada mı söylemiştir?

Şeyhülislâm Ebussud Efendi ve Bâkî en yakınlarındandır. Ne tesadüfdür ki, Sultan Süleyman’ın üçüncü cenaze namazını “Hâlde hâldâşum, sinde sindâşum, âhiret karındâşum, tarîk-ı Hak’da yoldâşum” dediği Ebussud Efendi kıldırır. Zira, Kânûnî’nin cenaze namazı üç defa kılınır. İkisi fethettiği Zigetvar ve Belgrad’da, diğeriyse Dersaadet denilen İstanbul’da. Maalesef Zigetvar’a giderken yapılması için emir verdiği Büyükçekmece Köprüsü’nden dönüşte sağ ve sâlim olarak geçmek nasip olamaz.

Sultan Süleyman’ın şahsi geliriyle yaptırdığı eserlerin sayısının tam olarak tesbiti çok güçtür. Ancak bunlardan “şehzâdeler güzîdesi Sultan Mehemmed’im” diyerek vefatına târih düşürdüğü Şehzâde Mehmed için yaptırdığı külliyedeki türbe, veliahd olan genç şehzâdenin sanki cennet bahçelerindeki makâmıdır. O kadar ki, sandukası üzerine bir taht konmuştur. Şehzâde Külliyesi’nden sonra Kânunî’nin seferlerde bile yanından hiç ayırmadığı Şehzâde Cihangir için yapılan ve bulunduğu semte adını veren câmisi gelir. Rivayet edilir ki, Şehzâde Cihangir –ağabeyi Şehzâde Sultan Mustafa’nın katli yüzünden– bunalıma girerek vefat eder ki, bu vak’a Osmanoğlu’nun nizâm-ı âlem uğruna yaşadığı bir başka dramıdır. Fakat, Sultan Süleyman, Taşlıca’lı Yahya’nın bu vak’a üzerine yazdığı mersiyesine rağmen sükût eder, mersiyeyi yazan için herhangi harekette bulunmaz ve hatta buna tevessül eden Rüstem Paşa’ya mâni bile olur.

Sultan Süleyman bundan başka çok sevdiği kızı Mihrümah Sultan için biri Üsküdar’da diğeri Edirnekapısı’nda iki câmi, Hürrem Sultan için Haseki’de büyük bir külliye ve Bağdatta İmam-ı Azam Külliyesi’ni ve Şam’da da Süleymaniye Külliyesi’ni yaptırır. Ancak onun adını asıl ebedileştirecek olan, türbesinin de bulunduğu Sü leymaniye Külliyesi, İstanbul’un suyu için yaptırılan su bendleri ve kemerleridir.

Bulunduğu yere ismini veren ve şehre müstesna bir güzellik ve şehre emsalsiz bir zenginlik katan külliye, dört tarafında çeşitli ilim erbabı için medreseleri, hastahane ve tıp medresesi, misafirhane, mutfaklar, mektep ve hamam gibi tesisleriyle muazzam bir şehircilik âbidesidir. Kendisinden önce ancak bu çapta bir eser, büyük ceddi Fâtih Sultan Mehmed’e nasip olmuştur. İşte, adı 16. yüzyıl ile birlikte anılan Sultan Süleyman burada yatar. Câmisinin kıblesine, kendinden önce vefat ederek gömülen sevgili eşi Hürrem Sultan’ın türbesi yanına bir büyük otağ misali çadır kurularak cihan pâdişahı önce oraya defnedilir. Türbesi daha sonra oğlu II. Selim tarafından “mühendis-i devrân, ser mimârân-ı hassa” Koca Mimar Sinan’a yaptırılır. Sinan da, bu külliyenin bir köşeciğinde, yaptığı eserin yanıbaşındaki mütevâzî türbesinde yatmaktadır.

Süleymaniye Câmisi’nin yan duvarının devamı olan ihâta duvarındaki mütevâzî kemerli kapıdan girilir ve iki tarafı kabirlerle dolu taş döşeli yoldan geçilerek türbeye vasıl olunur. Türbe sekiz kenarlı etrafında çepeçevre sütunlu bir saçağa sahiptir. Girişi kapısı dört sütunlu saçağı ile doğuya bakar. Sedef kakmalı kündekârî ahşap kapısı üzerindeki Kelime-i Tevhîd’i okur, bir cihan pâdişâhının huzuruna girmenin verdiği ürpermeyle içeri girersiniz. Tek kubbeli ve her kenarında üstte üçer, altta ikişer penceresi olan türbe lüzumsuz süs ve şatafattan uzak bir huzur ve sükûn dünyası gibidir. Ziyaretçi ister istemez bir zamanlar o günkü dünyanın neredeyse üçte birine hükmeden bu heybetli hükümdarın etrafındaki ruhânî havayı teneffüs eder. Buna rağmen burada Asya ve İran’ın ve hele Mısır’ın muazzam abidevî türbelerinden ve şatafatından eser yoktur. Zira, burada yatan, kendisinin Hak önünde boynu bükük bir ”ednâ kul” olduğunu bilir ve onun, bu cennet bahçesini andıran türbeye rağmen “saltanat dedikleri ancak cihan gavgâsıdır” dediğini siz de duyar gibi olursunuz.

Sanki bu sadelik ve tevâzûu tamamlamak istercesine, türbenin kitâbesi yoktur. Sultanın burada nâm ve nişânı bulunmaz ve buranın adı sanı belirsizdir. Fakat, Sultan Süleyman Han’ın, sedef kakmalı parmaklıklar içinde ve gök kubbeyi andıran ve yıldızlar gibi ışıyarak yakamozlar yapan nakışlı kubbenin altında pâdişâhâne yattığını bilirsiniz.

Sultan Süleyman yalnız değildir. Duvarlardaki mavi ve beyaz çinilere yazılmış celî sülüsle Âyetü’l-Kürsî ve İsm-i Celâl, İsm-i Nebi ve diğer yazılarla birlikte yatan diğer iki pâdişah adaşı II. Süleyman ve II. Ahmed ve sevgili kızı Mihrümah Sultan ve üç hanım sultan ona öbür âlemin bu kapısında yoldaşlık ederler.