Albraka Kültür Sanat

Fatih Sultan Mehmet Han Türbesi


Fatih Sultan Mehmet Han Türbesi: 1451 – 1481

İstanbul – Fatih


Ístanbul demek, biraz da Fâtih demektir. Herhalde bir şeonun imparatordan ikide bir gelerek bu işi durdurmasını tahirle bir insanın bu kadar birlikte düşünüldüğü az yer olsa gerekdir. 20. asırdaki yangınlar ve yangından beter olan daha sonraki îmar ve düzenlemelerle bir zamanlar şehrin en husûsî köşelerinden biri olan Fâtih semtine isim veren ve Türk cihan devletinin hakiki kurucusu II. Sultan Murad’ın oğlu Sultan II. Mehmed, Doğu Roma’yı fethettikten sonra artık “Fâtih – Ebü”lfeth” ünvânı ile anılır.

Devlet onun devrinde 940 000 km2’den 2 milyon 132 000 km2’ye ulaşmıştır. Bizzat yirmi dokuz sefere çıkar, yirmiden fazla devleti târih ve coğrafyadan siler. Sadece Türk târihinin değil, dünya târihinin de en büyük simalarından biri, büyük devlet ve siyâset adamı, âlim ve “Avnî” mahlasıyla çok güçlü şiirler yazan bir şairdir. Kendisinden çağ açıp çağ kapayan diye bahsedilir. Çağatay lehçesi, farsça, arapça, yunanca, latince ve sırpça bildiği söylenir.

Bugünün çocukları Fâtih ve İstanbul’un fethini birbirinden ayıramaz. Biri diğerini daima hatırlatır. Fâtih’in daha çocuk yaşında, derviş-gâzî II. Sultan Murad Han’ın oğlu olarak atalarından tevârüs ettiği askerlik dehâsı, insan idare etme san’atı, ilim ve san’at aşkıyla mücehhez olarak yetiştirilirken bile, hayallerinde İstanbul’u almak fikrinin olduğu bilinir. Yahya Kemal İstanbul’un fethi için “fetih mûcizesi” demektedir. Hakikaten, asırlardır her İslâm hükümdarının hayallerini, “Kostantin’in bu müstesna şehrinin muhakkak alınacağı ve onu alan askerin ve kumandanın ne kadar mutlu bir asker ve kumandan olacağı” hadîsinin müjdesi süslemekteydi. Doğu Roma’nın bu müstesna şehri, aynı zamanda batının da vazgeçemediği gözbebeği idi.

Boğaziçi’nde, surlarda veya Haliç’de gezerken bu fetih mûcizesini düşünen insan, genç pâdişahın önce Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırdığını hatırlar. Evliya Çelebi hoş bir benzetme ile Boğazkesen de denilen bu hisarın planının kûfi hatla Muhammed yazılı olduğunu söyler. Genç pâdişah, kalenin her bir burcunu Halil, Saruca ve Zağanos Paşa’lara ısmarlayarak beş ay gibi kısa bir zamanda Kostantınıyye’nin bu havâle kalesini tamamlar. Târihler bize, onun imparatordan ikide bir gelerek bu işi durdurmasını talep eden elçilerine, pâdişâhâne bir tavırla, kendisinin yapmaya muktedir olduğu şeylere onların hayallerinin bile erişemiyeceklerini söylediğini nakletmektedir. İnsan Fâtih’in Edirne’de döktürdüğü muazzam toplarını yüzlerce mandayla batak çamur deryası içinde binlerce askeriyle Kostantin’in bu kadîm şehrine getirişini hayal etmekten kendini alamaz. Azepler, sipâhîler, nice dev yapılı yeniçeriler, yörükler, ve hattâ nice vezirler, nice devletliler dahi bu kutlu savaş için var kuvvetleriyle her türlü savaş aletini, malzemeleri, binlerce araba, deve ve katır kervanlarıyla Trakya ovalarından aşırırlar. Genç hükümdarı çok zaman yanında hocaları Akşemseddin, Molla Gürânî ve vezirleriyle askerini yüreklendirirken görürsünüz.

Menkıbeler bize Fâtih’in her iki hocası ile aralarında geçen hoş ve garip vak’aları da nakleder. Rivayet olunur ki, II. Murad’ın İstanbul’un fethinin kendisine nasip olup olmayacağını Hacı Bayram Velî’ye sorması üzerine onun, o sırada küçücük olan Şehzâde Mehmed ve Akşemseddin’i göstererek Kostantınıyye’nin fethinin Şehzâde Mehmed ile şu “Köseç”e nasip olacağını söyler. Hatta rivayetler bize, o sırada okumaktan kaçınan şehzâdenin Molla Gürânî tarafından sopa ile hizaya getirildiğini de nakleder. Ve böylece şehzâde, devrin aklî ve naklî ilimlerine sahip olmak için büyük bir gayretle çalışır.

Fâtih’in zaman zaman atını Marmara’dan Haliç’e kadar sürerek savaşı takip edişini, hatta sonradan Ok Meydanı olan sırtlardan ve Galata tarafından şehri tarassut ettiğini düşünmek herhalde hayal olmasa gerek. Onun arkasında vezirleri ile kaftanını uçurarak askerlerinin hayran ve hürmet dolu bakışları arasından atıyla rüzgâr gibi geçtiğini düşünebiliriz. Bir yandan kartal bakışlarıyla Marmara’dan gelecek yardım gemilerine nasıl mânî olacağını veya önü zincirlenmiş Haliç’e nasıl gireceğini düşünür. Genç hünkâr zaman zaman Zaganos Paşa, Halil Paşa, Saruca ve Dayı Karaca Paşa’ya emirler verir, sarsılmaz iradesiyle onları savaşa sevkeder ve nihayet askerlik dehasıyla yetmiş kadar gemiyi bir gecede Tophane ve Kasımpaşa sırtlarından aşırarak Haliç’e indirir. Aslında o gün Bizans, bu olayla mânevi olarak çöker. Nihayet savaşın en hengâmeli, hatta askeri ve hükümdarı ümitsizliğe sevkeden gidişi karşısında Akşemseddin’in kerâmetle Hazret-i Eyyüb’ün kabrini buluşu, askere ve pâdişaha, hattâ bu sefere muarız olanlara bile bir kalb kuvveti verdiğini görürüz.

Târihler bize salı günü fethedilen şehre Fâtih’in üç gün bekleyip cuma günü girdiğini ve doğru Ayasofya’ya gidip cuma namazını kıldığını burada adına hutbe okunduğunu nakletmektedir. Herhalde Fâtih Sultan Mehmed Han, Ayasofya’yı şenlendirerek onu fethin sembolü yapmaya çoktan karar vermişti. İnsan bugün o mahşerî ânı, o hengâmeyi nasıl tahayyül edebilir ki?

Fetihten sonra İstanbul’un îmârı ve buranın bir çok halkla iskânı başlı başına bir sefer gibidir. Bir yandan genç pâdişah, peygamber tarafından müjdelenen askeriyle Bosna’yı Arnavutluk’u, Yunanistan’ı, Balkanlar’ı, Amasra ve Trabzon’u fetheder. Trabzon’un bu yorucu ve zahmetli sefere değmiyeceğini söyleyen Uzun Hasan’ın annesi Sâre Hâtun’a Fâtih’in verdiği cevapta bütün Osmanoğullarının devlet ve îman prensibini görürüz. Fâtih, Sâre Hâtun’a “Ana, bu zahmetler Trabzon içün değüldür...Zira kim bizüm elümüzde İslâm kılıcı vardur ve eğer biz bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gâzî demek yalan olur” diye cevap verir.

Fetihten sonra başlayan büyük îmar devrinde, yani Fâtih’in otuz yıllık saltanatı sırasında büyüklü küçüklü 850 kadar eser yapıldığı görülür. Fâtih’in İstanbul’daki ilk eseri ise Ayasofya’nın câmiye çevrilmesinin dışında, Eyüp Sultan Külliyesi'dir. İstanbul silüetinin vazgeçilmez çizgilerini oluşturan muazzam Fâtih Külliyesi ise zamanının çok ötesinde bir şuurla tanzim edilmiş, İstanbul’un yedi tepesinden biri üzerine eski Havariyun kilisesi yerine yapılmıştır. İki tarafındaki semâniye ve tetimme denen on altı aded medrese, tabhâne, bugün ortadan kalkmış olan darüşşifa, mektep, kütüphane ve muvakkıthane ve yakın zamanda yerine bir işhanı yapılan kervansarayı ve imareti ile 110 bin m2’ye oturmaktadır. Ancak 1766’daki depremdan sonra harabolan câmi, üç yıl sonra III. Mustafa tarafından biraz daha farklı olarak yenilenmiştir. Fakat çok şükür ki, minare kâideleri ve avlu, Fâtih devrinin mükemmel işçiliğini, sade ve oturaklı üslûbunu bize aktarmaktadır. İnsan bu geniş mekânda son derecede hendesî bir doğrulukla yerleştirilen külliyenin ortasında bir nevi şaşkınlığa düşebilir. Zira burada birkaç yüz yılın sırlı izleri bulunmaktadır. Artık olgunlaşıp bütün mimari prensipleri kesinleşmiş bir mimârî üslûbun karşısında olmak ve bu muazzam eserin Fâtih tarafından yaptırıldığını bilmek ayrı bir heyecan verir.

Tuğrasında “El muzaffer dâima” ibâresi olan Ebu’l-feth Mehemmed Han 1481’de Gebze’de Sultan veya Hünkâr Çayırı denilen yerde hedefi bilinmeyen son seferinde vefat ederek hakiki ukbâ seferine çıktığında henüz kırk dokuz yaşındadır.

Bugünkü türbesi, câmisinin kıble tarafındadır ve 1766 depreminden sonra III. Mustafa tarafından yeniden yaptırılmıştır. On kenarlı, önünde sütunlar üzerinde geniş ve çok müzeyyen bir giriş saçağı bulunan bir yapıdır. Tamamen mermer kaplı olan türbenin köşeleri plastrlar halindedir. Her kenarında iki sıra pencerelerin pirinç kafesleri, ziyaretçilerin duaları sırasında elleriyle parlamıştır. Yuvarlak kemerli kapısı üzerindeki besmeleyi okuyarak içeri adım atarsınız. İç tarafında Yesârî Es’ad Efendi tarafından celî ta’likle yazılmış kitâbesinde saçağın 1784’de I. Abdülhamid tarafından yaptırıldığı yazılıdır. İçeri girmeden kapı aralığında bir an durur ve birdenbire gümüşten mamul şebekesinin arkasında muhteşem iri kavuğu ve üzeri âyetlerle işlenmiş müzeyyen pûşîdesi ile önünüzde beliriveren bu koca sultanın heybetli sandukası karşısında kalakalırsınız. Neden sonra elinizi kalbinize koyup selâm vererek içeri girdiğinizde türbenin yakın devrin süsleme zevkiyle müzeyyen duvarlarına dalmadan pencere üstlerinde Abdülfettah Efendi eliyle Fetih Sûresi’nin yazılmış olduğunu görürsünüz. İçinizden bu sûrenin Ebu’l feth ve’l megâzî Sultan Mehemmed Hân’ın şahsiyetine ve hayâtına ne kadar yakışmış olduğu düşüncesi geçer.

Bugün gümüş parmaklıkla çevrelenmiş muhteşem sandukası altında dünya ve Türk târihinin en büyük sîmalarından biri olan Osmanoğlu Sultan Murad Han oğlu kartal burunlu Fâtih Sultan Mehmed Han yalnız başına yatmakta ve Abdülhak Hâmid’in Türbe-i Fatih’i Ziyaret şiiri de Hacı Kâmil Efendi hattıyla onu sessizce anlatmaya devam etmektedir.