Çelebi Sultan Mehmet Han Türbesi: 1413 – 1421
Bursa – Yıldırım
Bursa demek, bir parça Yeşil, Muradiye, Gümüşlü, Emir Sultan demektir. Bu semtler dimağlarımıza haz veren nice esrarlı ve nice masal gibi menkıbelerle doludur. İşte Yeşil, adını sırlı ve ışıltılı firûze çinilerle kaplı Yeşil Câmi ve Türbesi’nden alan bu huzur dolu semt, Bursa’ya gelip de uğranılmadan geçilemiyen müstesna yerlerdendir. Tanpınar, bu yüzden Bursa’da yeşilin manasının çok başka ve “ebediyetin rahmânî yüzü” olduğunu söyler. Târihler bize Yıldırım Bayezid oğlu Çelebi Sultan Mehmed’in hasta yatağında, kendisinden sonra memleketin tefrikaya düşeceğinden korkarak, “Tiz ulu oğlum Murad’ı getirin, ben hod bu döşekden kurtulamazın, Murad gelmeden ben ölürüm, memleket birbirine tokuşur” dediğini hazin bir şekilde nakleder. Çelebi Mehmed öldüğü zaman daha otuz iki yaşındadır. Ama devletin ikinci kurucusu olarak kabul edilir. Târihler, onun, Timur istilâsıyla parçalanan ve kardeşler arasındaki saltanat mücadelesiyle kanı canı çekilen Osmanoğlu mülkünü tedbir, basiret ve idare etme dehâsıyla yeniden toparladığını söyler. Çelebi Mehmed’in bütün hayatının o dehşetengiz Ankara savaşından itibaren devamlı mücadele içinde geçmiş olduğu ve bir gün hamamda vücudundaki elliden fazla ok ve kılıç yarasını göstererek “şu benim çocuk yaşım içinde bunca belâlar kim çekdim kimesne çekmiş değildir,” dediği rivayet edilir.
Ankara savaşından sonra târihlerin “Fetret Devri” dediği yıllar gelir. Hânedanın ortak malı olan devlet her tarafdan çekiştirilerek parçalanmaktadır. Süleyman Çelebi Edirne’de, İsa Çelebi Bursa’da devlet benim derken, Musa Çelebi de paya ortak olur. Nihayet Mehmed Çelebi hepsini bertaraf ederek devletin birliğini, tekrar, nice fedakârlıklar sonunda kurar. Devlet bundan sonra Yıldırım zamanındaki kadar olmasa da yine eski topraklarına kavuşur. Çelebi Mehmed, sadece kaybedilen toprakları geri almak için seferler ve akınlarla değil, aynı zamanda Şeyh Bedreddin isyanı ve Düzmece Mustafa gâilesiyle de uğraşır. Hattâ bu gâileler kendi zamanını da aşıp, II. Murad devrine de atlar.
İnsan, Yeşil’de bütün bu sıkıntılı devirlerin kokusunu duymaz, tersine bir başka güzel âleme girer. Sanki burada Çelebi Mehmed’in ruhu ışıldamaktadır. Sanki o fırtınalı fetret devri hiç yaşanmamış ve sanki burada, bu türbede ve bu semtte âsûde ve rûhânî hayat ebediyyen devam etmekte gibidir. Çelebi Mehmed’in câmi ve türbesinin ve muhtemeldir ki fazla gösterişli olmayan medrese ve imâretinin mimarlığını İvaz Paşa yapar. Daha önce Bursa kalesini Karamanoğlu’na karşı savunan ve teslim etmeyen paşa, Çelebi Mehmed’in hakiki ve sadık bir bendesidir. Hatta, belki de Bursa kalesinin mazgallarından Musa Çelebi’nin cenazesinin geldiğini gören Karamanoğlu’nun, askerini alarak Bursa’dan kaçtığını ve belki de komutanlarından birisinin, Karamanoğlu Mehmed Bey’e Osmanoğlu’nun ölüsünden böyle kaçarsa dirisi gelince ne yapacağını sorduğunu ve bu cesaretini canı ile ödediğini görmüş bile olabilir.
Yeşil Câmi’nin ovaya bakan ulu çınar ağaçlarıyla çevrili cephesinde ve etrafında bir zaman oyalanır ve binaya uzun uzun bakmak ihtiyacı duyarsınız. Hatta yanındaki sed üzerindeki kahvede bir çay içip Emir Sultan’a ve Yıldırım’a doğru da bir göz atarsınız. Her ne kadar son cemaat yeri olmayan veya hâlâ mermer sövelerin üzerindeki izlerden bitirilemediği anlaşılan muhteşem dış cephesi size biraz garip gelse de yapının tesiri yine olağanüstüdür. Huşû içinde o mermerleri okşamak istersiniz. Sanki mermer ustası biraz mola vermiş, ikindi namazına girip soluklanmış ve dönüp tekrar vecd ile işine devam edecek gibidir. Bir yapının bu kadar müzeyyen olup, aynı zamanda bu kadar mütevâzî ve ruhânî olmasındaki sır anlaşılmaz ve erişilemez bir seviyede ve güzelliktedir.
Birdenbire yanınızda beliriveren Evliya Çelebi ise, zarif ve ince sakalını sıvazlıyarak “...Bu câmi Yeşil İmâret nâmıyla meşhûr bir câmi-i pür-nûrdur... Mihrap ve minberini ta’rif ve tavsif edersek acz lâzım gelir...” der ve câminin tamamının serâpa beyaz mermerden yapıldığını ve cümle kapısının fevkalâde müzeyyen olduğunu anlatarak “...amma üstâd-ı mermer bu kapuya kâmil üç yıl mermer-i ham üzre direfş-pîşe urup yed-i tûlâsını ayân idüp sâhib-i binâ Mehemmed Han’dan üç senede kırk bin altun alup ‘Yeşil imâretin kapusı kırk bin altun olmuştur” deyû dâsitân-ı dûstândır” diyerek Yeşil Câmi denmesini de bütün kubbelerinin ve minare külâhının cümle yeşil kâşî çini ile kaplı olmasına bağlar. Ve seyyahların da “gayrı diyarlarda dahî böyle dâr-ı Hudâ görmedik derler vesselâm” dediğini naklederek bitirir. Evliya Çelebi’nin böyle öve öve bitiremediği cümle kapısı üzerindeki üç bölümlü kitabeye göre câminin 822/1419 da tamamlanmış olduğu anlaşılmaktadır.
Yeşil Câmi’ye girdiğiniz zaman Evliya Çelebi’nin sözleri, o harikulâde atmosferde kulaklarınızda çınlar ve onun mübalâğa etmediğini ve bir cennet bahçesine girmiş gibi olduğunuzu düşünmeden edemezsiniz. Burada da Ulu Câmi’deki gibi ortada birinci kubbenin altında daha küçük ve zarif bir şadırvan bulunur. Yanlardaki birkaç basamakla çıkılan eyvan ve ocaklı tabhâneleri ve altında pabuçlukları ile asıl kubbenin altında bulunan harîmin harikulâde çini mihrâbını görürsünüz. Hattâ hayalhânenizi biraz zorlarsanız, eyvanlar üzerindeki hasırlarda veya kilimlerde, alınlarında secdelerinden izler bulunan bazı yârân-ı bâ-safânın ince ve derin bir tefekkür âlemine dalmış olduğunu görebilirsiniz.
Kapının yukarısında ise, olağanüstü güzel çinilerle tertip edilmiş mahfile gözünüz ilişir, acaba, dersiniz, Çelebi Sultan Mehmed burada, uzun seferlerden sonra kılıcını kınına sokarak, dervişâne ve fakîrâne bir mahviyet ve aczile acaba kaç defa namaz kılma fırsatını elde edebilmiştir? Acaba her secdede aldığı bunca kılıç ve ok yarasından acılar duymuş mudur? Ama herhalde, Hakk’a armağan ettiği bu müstesna yapıda şükürler ederek ölçüsüz bir huzur ve sükûnete kavuşmuş olmalıdır.
Yeşil Câmi’nin tam kıblesinde sekiz kenarlı ve dışardan çinilerle kaplı biraz sivrice olan kubbesiyle duran Çelebi Mehmed Türbesi yapıldığı sırada da böyle miydi, tam bilinmiyor. Ancak yakın zamanlara kadar defalarca tamir edildiğini biliyoruz. Türbe kapısı üzerindeki Arapça çini kitâbede Çelebi Mehmed’in 824/1421’de vefat ettiğini okur ve harikulâde girift oymalı ahşap kapı kanatlarını besmeleyle iterek, huşû içinde bir elinizi kalbinizin üzerine koyup eşiği atlar ve kapı kanatları üzerinde Çelebi Mehmed’in ve İvaz Paşa’nın isimleriyle birlikte mesleğinde üstad olmuş bulunan
Tebrizli Hacı Ali b. Ahmed’in adını bir başka hazla mırıldanırsınız. İçerde Çelebi Mehmed, artık dünya gâilesinden uzakta, ruhânî bir atmosferde yeşil, firûze, lâcivert ve sarı çinilerle müzeyyen şaheser sandukasının altında yatar. Aynı mekân içinde ve câminin mihrabı ile aynı üslupta yapılmış ve çini ustasının sanat ve estetik dehâsını yansıtan mihrap, gözünüze ilişir. Türbenin pencere alınlıklarındaki çinilere devrin kunt ve ağırbaşlı hattıyla peygamberin ölüm ve hayatla ilgili en güzel sözleri yazılmıştır. Çelebi Mehmed bir bakıma cennetin dünyaya taşındığı bu yerde yalnız değildir. Diğer sandukaların altında yatan kızları ve oğulları öbür alemin bu güleryüzlü kapısında ona arkadaşlık ederler.