Albraka Kültür Sanat

Sultan II. Bayezid Han Türbesi


Sultan II. Bayezid Han Türbesi: 1481 – 1512

İstanbul – Bayezid


On beşinci yüzyılın sonlarında İstanbul’a gelen bir yolcu, şehrin, hepimizin bildiği bugünki silüetinin ve karakterinin henüz oluşmadığını görecekti. Zira, henüz Şehzâde ve Süleymaniye câmileri, Sultan Selim, Sultan Ahmed, Nur-ı Osmaniye ve Yeni Câmi, Rüstem Paşa câmileri ve diğer büyük âbidevî yapılar yoktu. Hattâ Bayezid Külliyesi bile yapılmamıştı. Çünki Doğu Roma’nın bu eski başkenti fethedileli elli sene bile olmamıştı ve sadece muazzam Fâtih Külliyesi şehri taçlandırıyordu ve kadîm Ayasofya’nın da ancak bir minaresi yapılmıştı.

II. Sultan Bayezid veya Bayezid-i Velî, Fâtih Sultan Mehmed Han gibi bir cihangirin üç oğlundan biri. Diğerleri Mustafa ve Cem. Şehzâde Mustafa daha Fâtih’in sağlığında vefat eder. Ve böylece Osmanlı târihine Şehzâde Cem ve Bayezid’in hazin hikâyeleri dahil olur.

II. Bayezid’in saltanatının bir bölümü kardeşi Cem Sultan’ın yarattığı gâileler yüzünden huzursuz geçer. Ona rağmen babası kadar olmasa da bir hayli önemli fetihleri olmuştur. Bizzat beş sefere çıkar, Kili ve Akkirman, Modon ve Koron onun zamanında fethedilir.

Sultan Bayezid’in Amasya valiliğinin bazen eğlence, av ve hatta bir parça iyş ü nûş ile geçtiği söylenir, hatta bu yüzden babası tarafından zaman zaman tekdir de edilir. Aslında, babası ve diğer Osmanlı hükümdarları gibi çok iyi tahsil görmüş, şâir ve bestekârdır. Hattâ II. Bayezid hat sanatının büyük ustası Şeyh Hamdullah’ın hokkasını tutacak kadar sanat erbabına hürmet eder. Mâhir bir okçu ve ok ve yay yapımcısı olan Şeyh Hamdullah daha sonra İstanbul’a gelir ve 1520’de bu şehirde vefat eder. Okçular Şeyhi olarak da meşhur olan Şeyh Hamdullah’ın 911/1505 târihli muhteşem menzil taşı bugün talan edilen Okmeydanı’nda nasılsa durmaktadır. Kabri de Karaca Ahmed mezarlığında bir zamanlar Hattatlar Sofası denilen ve bugün artık izi kalmayan mevkide bulunmaktadır. Rivayetlere göre hattatlar, vefatlarından sonra bu büyük hattatın yanına gömülmeyi vasiyet ederler imiş. Çok şükür ki bugün Şeyh Hamdullah’ın çok iri ve muhteşem kabir taşı hâlâ durmakta ise de, Hattatlar Sofası ve orada toprağı aydınlatan nice hattatın makberesi zalim eller tarafından yok edilmiş ve yerine yeni kabirler yapılmıştır. Hayfa!

Daha sonra Şehzâde Bayezid bu uçarı hallerini bırakır ve Bayezid-i Velî ünvânıyla anılacak kadar mütedeyyin ve perhizkâr bir hayat sürer. O kadar ki, II. Bayezid Câmisi’nin açılışında etrafındakilere dönüp “her kim müddet-i ömründe ikindi ve yatsı namazlarının sünnetlerini terk etmemiş ise cemaate o imamlık etsin” der ve derya misali cemaatten ses çıkmayınca “Elhamdülillah, hazerde ve seferde cemi’ sünnetleri dahi terk etmedik” deyip imamete durduğunu rivayet ederler. II. Bayezid’in veliliği için hoş bir hikâye daha anlatılır. Gûya Bayezid Câmisi’nin kıble istikametini tesbit için mimar Sultan Bayezid’e, kıbleyi nereye koyacağını sorar. O da mimara ayağına basmasını söyler. Bu emri yerine getiren mimar, karşısında Kâbe’yi görür. Bu vak’ayla halk arasında bu câminin İstanbul’da kıblesi en doğru olan câmi olduğu rivayeti yayılır ve diğer câmiler buna göre kıblelerini düzenlerler. Fakat külliyenin yapılışından dört yıl sonra 1509’da İstanbul ve civarını beşik gibi sallayan ve târihlerin “küçük kıyamet” dediği zelzele vuku bulur. Bu zelzeleyle hem şehirde, hem de Bayezid ve Fâtih câmilerinde bir hayli hasar meydana gelir. Sultan Bayezid saray bahçesinde yapılan çatma bir evde kalır, daha sonra da Edirne’ye gider.

II. Bayezid’in İstanbul, Amasya ve Edirne’deki külliyelerinin yerleşme planları aynı elden çıkmış gibi birbirine çok benzer. Bunlardan Amasya ve Edirne külliyeleri nehir kenarına yapıldığından, ikisini de zaman zaman sel basar. İnsan bu velî padişahın iki eserinin de aynı âkıbeti ve aynı talihi taşımasındaki sır dolu hikmeti düşünmekten kendini alamaz.

Evliya Çelebi, Bayezid-i Velî’nin İstanbul’da o semte adını veren Bayezid’deki külliyesinin dut ağaçlarıyla sahra misal bir dış avlusu olduğunu ve burada erbâb-ı hıref için dükkânlar, matbah ve dârüzziyafe, mektep ve dârü’l-kurra, ayrıca dârü’l-misâfirîn yapıldığını söyler. Külliye İstanbul’un en merkezî yerinde, hakikaten çok geniş bir sahaya yayılmıştır. Kuzeyinde bugün üniversitenin yerinde olan Fâtih’in Eski Saray’ı, bir ucunda ise daha sonra yanlış olarak Patrona Hamamı denilen muhteşem hamamı bulunmaktadır. Külliyenin diğer ucundaki imaret ve ahırları ise Kapalı Çarşı’ya kadar uzanır. Ortada bir zamanlar Havuzlu Medrese olarak tanınan ve etrafı bir duvarla çevrilerek ayrılmış olan Bayezid Medresesi bulunur. Bu medresede Yavuz gibi bir padişaha şeyhülislâmlık eden doğruluk ve ihlâs âbidesi Zenbilli Ali Efendi ilk müderristir. Acaba doğru bildiğini hiç çekinmeden söyleyebilen Zenbilli Ali Efendi, Yavuz’a yaptığı gibi Bayezid’e de kafa tutmuş mudur?

16. yüzyılın ilk senelerinde 1500-1505 yılları arasında inşa edilmiş câminin mimarı uzun zaman Mimar Hayreddin olarak zannedilse de, daha sonra çıkan vesikalarda Yakup Şah b. Sultan Şah olduğu kanaati kuvvet kazanmıştır. Câminin iki tarafındaki tabhanelerinin arada bulunan duvarları daha sonra açılarak genişletildiği bilinmektedir. Buradaki dört aded ocaklı odası ve eyvanları bulunan tabhanelerde, bir zamanlar vakfiye mûcibince orada kalan seyyidlerden, ulemadan, sulehadan, fıkaradan ve diğer ehl-i islâmdan garibler kendilerine günde iki defa yemek ve hayvanlarına yulaf verilerek üç gün misafir edilirler. Zaman mefhumunu ortadan kaldırırsanız, yüzleri takva ve riyâzatla süzülmüş nice ihtiyarların hasırların üzerinde veya peykelerde Bayezid’in ruhuna dualar mırıldandığını görür gibi olursunuz.

Tabhanelerin iki ucuna yerleştirilmiş olan minarelerin kâidelerinin kırmızı ve yeşil taş kakmalarla yapılan hendesî yazı ve bezemeleri ile köşe sütunçeleri, zamanı atlayarak sizi Selçuklu üslûbuna veyahut da Edirne’deki Eski Câmi’nin yapıldığı geçiş dönemine kadar götürebilir. Her iki minare de o devirlerin izlerini İstanbul’a aktaran başlıbaşına birer mimârî eserdir, denilebilir.

Bir zamanlar, bilhassa sıcak bir yaz günü, Çınaraltı denilen ve câminin imaret ve sahhaflar kapısı tarafındaki büyük kestane ağacının altında çayını içen ziyaretçiler, serin ve koyu gölgelikten Bayezid Câmisi’nin avlu yan kapısının yarı yarıya aşınmış mermer eşiğini derin bir huşû ile atlayarak etrafı kubbeli revaklarla çevrili olan şadırvanlı taş avluya girdiklerinde, bu eski taş duvarlarda, mermer ve yeşil, gri, kırmızı ve penbe granit sütunlu kemer ve kubbelerde velî padişahın sırlı ruhâniyetini derinden hissederler. Mermerden muhteşem mukarnaslı kapısında Şeyh Hamdullah hattı olduğu söylenen üç satırlık kitabe olağanüstü zarafetiyle size gülümser. Düşünürsünüz, acaba Bayezid-i Velî kendi câmisinde kaç defa namaz kılabilmiştir? Acaba basit bir halk gibi, varlığından soyunarak isimsiz ve resimsiz hünkâr mahfili yerine, câminin içindeki iri granit sütunun dibinde oturabilmiş midir? Ve basit bir ziyaretçi gibi câminin tenhalığı içine süzülerek câminin harikulâde mihrabı önünde durmuş, muhteşem minberin mermerlerini ve altın yaldızlı oymalarını elleriyle okşama fırsatını bulabilmiş midir? İnsan niçin Bayezid-i Velî’yi, bazen minberin dibinde veya bazen de mahfilin kafesleri arkasında, böyle bir mabedi yapmaya muvaffak ettiği için murakabe halinde Allah’ına şükrederken düşünmesin.

Bayezid-i Velî hakkında anlatılan hoş hikâyelerden biri de Galata Saray Mektebi’nin yapılışına bağlanan Gül baba ile ilgili menkıbedir. Bu menkıbe de bize Galata Sarayı’nın o civarda yaşıyan, kış ve yaz her dem taze gül yetiştiren bir velî sayesinde yapıldığı anlatılır. Sultan Bayezid bir kış günü, o zamanlar bomboş bir av sahası olan tepelerde dolaşırken yolu, bu Gül Baba denilen dünyadan elini ve eteğini çekmiş zâtın kulübesine düşer. Hoş beşten sonra bir arzusu olup olmadığını soran Bayezid, belki de sırlı bir velî olan bu zâtın isteği ile buraya bir mektep yaptırır. Halk muhayyilesi böyle söylemekte. Zamanla bu mektep, devletin acemi oğlanlarını alıp eğittiği dördüncü bir mektep olur ve Galata Sarayı adını alır.

Bayezid-i Velî, oğlu demir pençeli Yavuz Selim namına tahttan ferâgat edip Dimetoka’ya giderken Çorlu yakınlarında vefat eder. Naaşı İstanbul’a getirilerek kendi câmisinin kıble tarafına defnedilir. Her ne kadar vakfiyesinde Eyüp Sultan civarında defnedilmeyi ve üzerine kubbe veya bina yapılmamasını istediyse de, kimbilir hangi sebeple oğlu Yavuz Selim tarafından bugünkü türbesi yaptırılır. Evliya Çelebi, o zarif diliyle Sultan II. Bayezid’in bu makâmı için “Ziyaretgâh-ı havass ü âmdır. Orhan Gâzî ve Sultan Mustafa gibi hâl sahibi padişahtır, merkadini hasta ziyaret etse şifa bulur” demektedir.

Bugün ismiyle anılan meydana bakan türbesi, sekiz kenarlı ve önünde mermer sütunlar üzerinde bir saçağa sahip, kesme taştan kubbeli bir yapıdır. Zarif ve o nisbette de ruhânî bir hava taşımaktadır. Derin ve zengin silmelerin araları yeşil ve kırmızı taşlarla tezyîn edilmiştir. Kapı üzerinde kitâbesi yoktur. Ahşap kapısında ve pencerelerindeki âhirete, dünya ve hayâta ait hadisleri ve güzel sözler, gelen ziyaretçiye dünyanın fâniliğini hatırlatır. Maalesef iç tezyinatı herhalde 1894 depreminden sonra yapılan tamir ve bezemelerde görülen siyah renkteki rokoko süslemeler ve manzara resimleri ile sevimsiz bir hale getirilmiştir. Halbuki, yapıldığı devrin üslûbuyla bir cennet bahçesi halinde olduğunu tahayyül edebilirsiniz. İçerde Bayezid-i Velî’nin sandukası üzerindeki müzeyyen pûşîdede merhum padişahın adı ve ünvanı, saltanat müddeti, ve ölüm târihi altınla işlenmiştir. Ziyaretçi burada, “işte dünya ve işte sonu!” diyebilir.

Câminin mihrap duvarı önünde sükûn dolu bu mekânda bulunan Bayezid-i Velî türbesi yanındaki daha küçük ikinci türbede kızı Selçuk Hatun yatmaktadır.