Albraka Kültür Sanat

Sultan I. Ahmed Han Türbesi


Sultan I. Ahmed Han Türbesi: 1603 – 1617

Sultan II. Osman Han: 1622 – 1622

Sultan IV. Murad Han: 1622 – 1640

İstanbul – Sultanahmet


Osmanoğlu’nun üç pâdişâhı bir arada; baba ve iki oğul... Sultan Ahmed türbesine oğulları “Genç Osman” denilen II. Osman ve IV. Murad sırayla defnedilirler. Türbe, sedeften oyul

muş gibi ufku süsleyen Sultan I. Ahmed’in külliyesinin bir ucunda meydana ve Ayasofya’ya doğru bakmaktadır. Doğu Roma’nın hipodromu böylece artık Türk İstanbul’un Sultanahmet Meydanı olmuştur. Osmanlı devrinde daha çok Atmeydanı denilen bu geniş meydan, Sultan Ahmed Külliyesi’nin yapılışıyla iki ismi de taşımaya başlamıştır. Ta Doğu Roma’dan beri aşağı yukarı iki bin yıldır burası, her devirde nice ihtilâllerin, kanlı kıtallerin, yangınların, araba yarışlarının, nice çelik bedenli gladyatörlerin kıyasıya birbiriyle döğüşmesinin, nice yeniçeri ve sipahi isyanlarının ve aynı zamanda düğün ve şenliklerin, kırk gün süren eğlencelerin ve nice olağanüstü olayların merkezi olmuştur.

Külliye yapılmadan önce yerinde Sokollu’nun muhteşem sarayının bulunduğu rivâyet edilir. I. Ahmed bu sarayı ve civardaki Sinan Paşa’nın konağını ve diğer bir sürü yapıyı satın alarak meydanı temizletir. Böylece o yüzyılın nice emsalsiz özelliklerini taşıyan bir sürü eser kaybolur gider. Ancak Hipodrom’daki yılanlı sütun ve dikilitaş ve sâireye dokunulmaz. Ve hatta belki de o sırada o kadar dedikoduyu mûcip olan Makbul ve Maktul İbrahim Paşa’nın diktirdiği heykeller de durmaktaydı. Aynı İbrahim Paşa’nın sarayı 16. yüzyıldan beri bu güne kadar meydanı sabırla gözlemeye devam eder. Osmanlı devrinde yapılan şenlik ve düğünlerde bu saray dâima kullanılır. Nice devletliler, vezirler, elçiler buradan ve sarayın önüne yapılmış sayvanlardan düğünleri, eğlenceleri, resmigeçitleri, cirit oyunlarını seyrederler.

Sultan I. Ahmed, 14. Osmanlı pâdişâhı olarak 14 sene hükümdarlık yapar ve 28 yaşında 1617’de vefat eder. III. Mehmed’in dördüncü oğlu olmasına rağmen ağabeyi Şehzâde Mahmud’un katledilmesiyle 1603’de 14 yaşında devlet onun çocuk omuzlarına yüklenir. Fakat, kendisinden sonra sultan olacak olan kardeşi Sultan Mustafa’ya dokunmaz; böylece de bir mânâda verâset kanunu değişir ve hânedânın nizâm-ı âlem uğruna çektiği sıkıntılara son verilir.

Târihçiler onun mükemmel bir tahsil gördüğünü, iyi Arapça ve Farsça bildiğini ve “Bahtî” mahlasıyla bir dîvân tertip edecek kadar iyi bir şâir olduğunu söyler. Daha saltanatının ilk yıllarında Peşte’nin geri alınışı üzerine askere hitâben çok duygulu bir kasîde yazar. Çok dindardır. Sarığı üzerine koydurduğu Hz. Peygamber’in ayak izi üstüne kendi kıtasını yazdıracak kadar peygamber âşığıdır. Belki de göz yaşlarıyla yazdığı bu mısralarda:

Nola tâcım gibi başımda götürsem dâima

Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Resûl’ün

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir

Ahmedî, durma yüzün sür kademine o gülün.

demektedir.

Târihler bu ince ve zarif hükümdarın, daha sonra dehşet verici bir entrika ve rüşvet ağı örmekle tanınan Mâhpeyker Kösem Sultan’ı çok sevdiğini ve büyük bir aşkla bağlandığını yazar.

Duygulu, nazik ve hamiyetli olduğu kadar aynı zamanda Üsküdar’daki Şeyh Aziz Mahmud Hüdâyî’ye “Babam” diyecek kadar bağlı bir derviş. Bize târihler bu bağlılığı hoş hikâyelerle süsleyerek anlatırlar. İnsan, onun şeyhine abdest suyunu bir ibâdet şevki ve tevâzu ile döküşünü ve valide sultan olan Handan Haseki Sultan’ın şeyhe ihtiramla peşkir uzatışını hayal edebilir. Hatta, pâdişahın şeyhten bir kerâmet göstermesi niyâzına karşı, o mâna sultanının sakalını sıvazlayıp hafifçe gülümseyerek, cihan pâdişâhının kendisine abdest suyu dökmesi ve Valide Sultan’ın peşkir uzatmasından daha büyük kerâmetin olamayacağını ârifâne ve zarîfâne söylediğini de duyabilir.

Devri, babası ve dedesinden intikâl eden doğuda, batıda ve içeride çeşitli gâilelerle geçer. Buna rağmen devlet hâlâ büyük ve güçlüdür. Hududları 18 milyon km2’yi bulmaktadır. Devlet hâlâ Erdel ve Eflak prenslerini tâyin edebilmekte, Hollanda’ya İngiliz ve Fransızlara olduğu gibi Türk limanlarına serbestçe girebilme ve ticaret yapabilme imtiyazlarını lütfen bahşetmektedir.

Sultan I. Ahmed ecdâdı gibi sefere çıkmaz, ama halkını tanımak için Bursa ve Edirne’ye, Gelibolu’ya gider. Çok iyi bir binici, cirit oyuncusu ve silahşördür. Kuyucu Murad Paşa’nın binlerce kelle mukâbili devletin iç istikrarını sağlaması devlete biraz nefes aldırır, ancak, İran’a Azerbaycan’ın bir kısmı ve Revan bırakılır. Estergon, Yanıkkale, İstonibelgrad, Uyvar ve Eğri defalarca el değiştirir. Nihayet devlet, Zitvatorok anlaşması ile dünya liderliğinin sarsıldığını hisseder.

Sultan I. Ahmed’den bize miras olarak İstanbul’un ufkuna bir anka kuşu gibi oturan muhteşem Sultan Ahmed Külliyesi kalır. Ayasofya’nın karşısında bugün de “...bir mukayese unsuru gibi” dikilen bu âbide olmasaydı, herhalde o meydan ve İstanbul’un Marmara’dan ve hattâ Boğaziçi’nden görülen silüeti çok eksik kalırdı. Ayasofya’nın hantallığına karşı sedef ve inciden mamul bir taç gibi oturan bu altı minareli zarif câmi, bânisi ile âdeta özdeşleşmiş gibidir.

Sıcak bir yaz günü câminin avlusuna giren bir yolcu eğer gözlerindeki zaman perdesini aralarsa câminin mimarı Sedefkâr Mehmed Ağa’nın şadırvan yanında serdiği seccadeye oturmayıp tevâzu ile ...”bir kuruca yere oturmuş, sağ elinde tesbih ve sol elinde arşın...” bir yandan zikrettiğini ve bir yandan da çalışanları “Bre işlen!..” diyerek îkaz ettiğini görebilir. Mimar Mehmed Ağa’nın hayatını kaleme alan Cafer Efendi Risâle-i Mimârî’sinde bize böyle bir vak’a nakletmektedir. Hünkâr, zaman zaman musâhipleri ve belki de şeyhi Aziz Mahmud Hüdâyî ile birlikte bitmesini heyecanla beklediği bu mâbedini defalarca gezmiş olmalıdır.

I. Ahmed, câmisinin 1617 haziranında açılışından beş ay gibi kısa bir zaman sonra mide rahatsızlığından vefat eder. Herhalde bu eserinin bitmesine gözyaşlarıyla ne kadar çok şükretmiş olmalıdır. Türbesinin yapımı kardeşi I. Mustafa tarafından başlatılır ve 1619’da oğlu Genç Osman zamanında bitirilebilir.

Sultan I. Ahmed’in türbesi avlunun sol tarafında, medreselerin yanında bulunmaktadır. Giriş kapısı Sultan Ahmed meydanına ve Ayasofya’ya doğrudur. Tamamen mermer levhalarla kaplı, kö

şeleri pahlı kare planlı ve kubbeli bir yapıdır. Mimar Mehmed Ağa burada yanında yirmi yıl çıraklık ettiği Koca Mimar Sinan’ın Kânûnî Türbesi’nda başlattığı ve II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed türbelerinde uygulanan içi sütunlu ve çift kubbeli geleneği bırakır. Fazladan burada giriş kapısı karşısına derince bir niş yapar. Ziyaretçi, türbenin daha sonraki yüzyıllarda yapılmış avlu kapısından içeri girip ortası aynalı tonoz olan sütunlu ve kubbeli revaka yöneldiğinde, giriş kapısının muhteşem ve o nisbette de zarif sedef kakmalı kündekârî kapı kanatları üzerindeki “Yâ müfettihel ebvâb...” yazılarını okur. Yani “Ey kapıları açan.. bizim de kapımızı hayırla aç...”. sözlerinin derinliğindeki, cihan pâdişahı da olsa aczini bilip yalvaran bir zayıf kulun sığınışını duyar. Daha yukarıda ise dilimli yarım kemer altında 1028/1618 târihli altın yaldızlı celî sülüs kitâbeyi ve târih beytindeki Sultan Ahmed’in rûhunun yücelîklere kavuşmasını dileyen mısralarını görür:

Türbe-i ulyâsının itmâmına târihdir

Türbe-i Sultan Ahmed evc-i illîyin ola

Mimar Mehmed Ağa, içerde kapı üzerinde yukarda, bir başka tertip ve düşüncenin eseri olarak bir balkon da yapar. İnsan Mimar Mehmed Ağa’nın belki de bu balkonda zaman zaman bir nevi derin bir itikâf duygusuyla Sultan Ahmed’in rûhuna dualar mırıldandığını hayal edebilir.

Türbenin pencere üstlerinde Mülk sûresinin tamamı lâcivert çini zemin üzerinde beyaz celî sülüs hatlarıyla türbeyi bir mağfiret hâlesi gibi sarmaktadır. Ayrıca bu rûhânî mekânın aslan göğüslerindeki Allah’ın en güzel isimlerinin ve kubbe göbeğindeki âyetlerin yukarıdan bir nur bulutu halinde kabirlerin üzerine ağmakta olduğu hissedilir.

Sultan Ahmed’in sandukası tam ortada muhteşem kavuğu ile durmaktadır. Yanında bahtsız ve yiğit oğlu II. Osman ve demir pençeli ceberut IV. Murad ile hânedânın nice fertleri bir cennet bahçesini andıran bu mekânda ona yoldaşlık ederler.